Şemsiyenin tepesinden bakabilen yönetici

Pt, 11/17/2014 - 10:03 tarihinde meleksari tarafından gönderildi

Üstün Ergüder: “Uyanıklığı, hedefe kestirmeden gitmeyi, düzensiz hareket etmeyi çok seviyoruz. Gençlerimiz de seviyor. Sorumlu bir birey yerine çok bencil bir kişisellik hakim davranışlarımıza. Ben “buna kişisel uyanıklık, toplumsal aptallık” diyorum.  Ben eğitime yalnız şu kadar matematik, bu kadar fizik diye bakmıyorum.  Sorumlu vatandaşlar da yetiştirebilmemiz gerek. Türkiye’nin büyük ihtiyacı bu.” 

Çarşamba Sohbetleri’nin konuğu Üstün Ergüder ile sohbetimiz devam ediyor. Üstün Beyin yükseköğretim de dahil eğitim ve sivil topluma adanmış renkli yaşamının öyküsü kitaplaştırılmış olarak önümüzdeki günlerde okurlarla buluşacak. Şu sıralarda yayıma hazırlanmakta olan otobiyografisinde Ankara’da ve İstanbul Robert Kolej’de geçen çocukluk yıllarına, ardından İngiltere’de Manchester, ABD’de Syracuse Üniversitelerinde sürdürdüğü eğitimine de geniş yer ayırmış Üstün Bey. 1969 yılında Robert Kolej Yüksek’te başlayan yükseköğretim kariyerini, Türkiye ve dünyada yaşanan gelişmeler ışığında, Boğaziçi ve Sabancı Üniversitelerinde edindiği deneyimlerle analitik bir çerçevede değerlendirmiş. Yükseköğretimin Fırtınalı Sularında – Boğaziçi Üniversitesi’nde Başlayan Bir Yolculuk adıyla yayımlanacak olan otobiyografi, Türkiye’nin son elli yıllık yükseköğretim serüvenini, Türk ve dünya siyasetinde yaşanan gelişmeler ışığında Üstün Bey’in gözlerinden görmek isteyen okurların beğenisine sunulacak. 

Üstün Ergüder’in otobiyografisinden seçtiğimiz bazı bölümlerin de yer aldığı söyleşimizin bu bölümünde Boğaziçi Üniversitesi rektörlük deneyimi, ilk Türk akademisyen olarak seçildiği Yükseköğretim Kurumsal Özerklik ve Akademik Özgürlük İzleme Merkezi (Magna Charta Observatory) başkanlığı dönemi, Sabancı Üniversitesi’nde özgün bir yapıya sahip olan İstanbul Politikalar Merkezi İPM’nin kuruluş öyküsü ve Türkiye’nin önde gelen iki vakıf üniversitesinden gelen iki tekliften birini kabul etmesinin heyecanlı sürecini okuyacaksınız.    

1992-2000 yılları arasında iki dönem Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü yaptınız. Yeni rektör olacaklara deneyimlerinize dayanarak ne önerirsiniz?

Rektör olduğumda 55 yaşındaydım. Bugün daha genç, 40-45 yaşlarında rektörler var. Her yaşı kendine has özelliklerine göre ayırmaktan yanayım. İnsan 50’li yaşlara varınca çok daha düşünceli olabiliyor. Yani bir sorunla karşılaştığında, harekete geçmeden önce derin bir nefes alıp tefekkür etmesini öğreniyor. Gençlikte, bir olayın önünü arkasını çok düşünmeden olayların akışına kapılabiliyorsunuz. Kimi zaman, işinde mahir, pek çalışkan genç arkadaşlarımın, heyecanla hareket edip kolayca hata yaptıklarını görüyorum. Rektörlük öyle bir iş ki sorunlar karşısında zaman zaman bir adım geri çekilip uzaktan bakabilmeyi, olayları bir sistem içinde ve sabırla değerlendirmeyi gerektiriyor. Günümüzün gelişmiş iletişim teknolojisi de yöneticileri “Vahşi Batı’nın en hızlı kovboyu” gibi hemen silaha davranıp hedefi vurmaya teşvik ediyor. Twitter benzeri anında iletişim kurma olanağı veren sosyal medya araçları şeffaf bir yönetim için önemli imkânlar sunuyor olabilir. Ancak bilhassa öğrencileri ilgilendiren sorunlar karşısında bu tür mecralara başvurulduğunda, olayların büyüyerek yöneticilerin üzerine geldiğini görüyorum. Halbuki hararetli meseleleri çözmeye çalışırken biraz soğutmak, beklemek, zamana yaymak gerekir. Diğer taraftan daha genç yaşların verdiği enerji ve yaratıcılığın farkındayım. Belki de yanılıyorumdur, ama bahsettiğim sebeplerden, 50’li yaşların rektörlük için daha uygun bir yaş olduğunu düşünüyorum. 

Sekiz yıl süren rektörlük görevi bana çok şey kattı. 2000 yılında rektörlüğü bıraktığımda artık 1992’deki insan değildim. Çok değişik donanımlar ve önemli bir deneyim edindim. Özellikle yönetim konusunda kendime güvenim geldi. 

Rektörlük görevini Sabih Tansal’a devrettikten sonra, Boğaziçi Üniversitesi’nden emekliliğimi isteyerek ayrıldım ve eğitim alanında yapacakları yatırımlarla ilgilenmek üzere Doğuş Holding’e geçtim. Boğaziçi Üniversitesine bu kadar sevgi ve tutkuyla bağlıyken Öncelikle kendi sıhhatim için bıraktım. Yorgundum. Bir de insanın o kadar yoğun yıllar sonunda kendini o ortamdan koparması güç oluyor. Bir şey sorulmazsa alınıyorsunuz veyahut sevmediğiniz bir icraat yapılırsa sinirleniyorsunuz. Yapılacak en iyi iş ayrılmaktı. Emin değilim ama herhalde geçirdiğim stresli ve yoğun yılların etkisi olacak 2004 yılında açık kalp ameliyatı geçirdim. 

Rektörlük bitiyor; bitmesi de gerekiyor, çünkü bir yerden sonra kendi doğrularına çok inanmaya başlıyor insan. Bir yöneticinin içine düştüğü sendromlardır bunlar. “Her şeyi ben bilirim; kimseye bırakamam, en iyisini ben yaparım,” demeye başlıyorsun. Bu ruh hali ister istemez insanı sinirli yapıyor. Etrafındakilerle kavga etmeye başlıyorsun. Arkadaşlıklarına sirayet edebiliyor bu hal. Bu sendromun hep farkındaydım ve bundan ötürü elimden geldiğince odamın ve yakın çevremin dışına çıkmaya çalışırdım. Öğrencilerle, öğretim üyeleriyle, idari personelle ofis ve makam atmosferi dışında her fırsatta birlikte olmaya çalışır ve bu amaçla üniversitede çok dolaşır en ücra köşelerine kadar giderdim. Bütün bu tedbirlerime rağmen, rektörlüğümün ikinci dönemi sonlarına doğru yalnızlaşmaya başladığımı hissettim. 

Magna Charta’dan söz edelim isterseniz. Magna Charta Observatory’nin başkanlığını yapan ilk Türk akademisyensiniz. 2009-2013 yılları arasında başkanlık yaptınız.

Magna Charta benim ilişkim şöyle gelişti: Rektörlüğüm sırasında  Boğaziçi Üniversitesini Avrupa’ya açmaya çalışıyordum.  Boğaziçi Üniversitesi’nin geçmişi dolayısıyla ABD ilişkileri güçlüdür. Sanki Avrupa’ya uğramadan Atlantik’i geçip Amerika’ya giden bir uçak gibi. Avrupa’yı da üniversitenin uluslararasılaşma hedefleri arasına koymamız gerekiyordu. Türkiye Avrupa Birliği’ne giriyorsa Türkiye’nin muhakkak bir Avrupa ilişkilerinin de olması lazım, onun için Avrupa’da aktif olmak lazım, daha etkin olmak lazım. Bunun için o günlerde Avrupa Rektörler Birliği denilen şimdiki Avrupa Üniversiteler Birliği’nin toplantılarına çok sık gitmeye başladım ve bu ortamlarda “yüksek profil” politikaları uygulamaya çalıştım. Yani görünür olmaya çalıştım.

Nasıl yaptınız bunu?

Nasıl mı? Toplantılara gittiğim zaman sessiz kalmadım, konuştum, ilişkiler arkadaşlıklar kurmaya çalıştım.  Avrupa Rektörler Konferansının bazı programlarının Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılmasını sağladım.  Mesela, yeni rektörlere yönelik seminer ve çalıştaylar.  1990’lı yılların sonlarına doğru hayata geçirdikleri Kurumsal Kalite Değerlendirmesi sürecine Boğaziçi Üniversitesi’ni de ilk Türk üniversitesi olarak soktuk.  Kendim bu programda görev aldım. Sanırım Sabancı Üniversitesi de EUA’nın bu programına başvurdu. Bütün bunlar Boğaziçi Üniversitesinin Avrupa’da iyi tanınmasına neden oldu. Tabii ben de bu arada Avrupa yükseköğretim camiasında tanınmaya başladım. Makaleler yazdım, toplantılara davet ettiler gittim, sunumlar yaptım. Bu durum Sabancı Üniversitesine geçtikten sonra da devam etti. Kurumsal Kalite Değerlendirme programında da faaliyetlerim devam etti 2009 yılına kadar. Bu arada 2000 yılında Magna Charta Observatory EUA ve Bologna Üniversitesi girişim olarak Bologna’da kuruldu. Magna Charta Observatory’nin (yani Magna Charta Gözlemevi) amacı 1988’de 380 Avrupa rektörü tarafından imzalanmış olan Magna Charta Universitatum’un savunusunu yapmak ve ne kadar uygulanıyor izlemek.  Akademik özgürlük ve kurumsal özerkliğe vurgu yapan Universitatum bir anlamda Avrupa Yükseköğretim Alanı’nın anayasası. Beni 2004 yılında Yönetim Kurulu üyeliğine davet ettiler ben de evet dedim. Bu davette her halde 1992’den beri gelişen Avrupa ilişkilerinin bir meyvesi. 2009 yılında da Magna Charta’nın Başkanı olan Michael Dexter istifa etmesi üzerine beni başkan seçtiler. Magna Charta’daki görevim 2013 yılının Eylül ayında sona erdi.  Bu görev dörder yıl olan iki dönemden daha fazla yapılamıyor. 

Türkiye’deki gençlik ile ilgili düşünceleriniz nedir?

Türkiye’de çok genç bir nüfus var. Eğitebildiğimiz sürece gençlikten çok büyük ümidim var. Benim dolaştığım çevrelerde yani Sabancı Üniversitesi, Boğaziçi, ERG gibi bulunduğum ortamlarda hatta buna Amerika’yı da dahil edebiliriz çünkü orada da ders verdim, şunu görüyorum ki bizim gençlik çok daha idealist hareket ediyor. Mesela bizim gençliği heyecanlandırmak, sosyal politika projeleriyle filan yönlendirmek çok daha kolay. Herkes bir şeyler yapmak istiyor, herkes bir şeye katkıda bulunmak ve bu ülkeyi bir yerlere doğru götürmek istiyor. O bakımdan ben gençliği Türkiye’de olumlu bir faktör olarak görüyorum. Ama etrafı dolaştığım zaman da toplum yaşamında eğitim sisteminin aksamalarını görüyorum çünkü eğitim eşit davranış değil. Gençlerimiz vatandaş gibi davranıyor, eski kuşaklarımızın bazı sevmediğim davranışlarını onlar da tekrarlıyor. Uyanıklığı, hedefe kestirmeden gitmeyi, düzensiz hareket etmeyi çok seviyoruz. Gençlerimiz de seviyor.  Sorumlu bir birey yerine çok bencil bir kişisellik hakim davranışlarımıza. Ben “buna kişisel uyanıklık, toplumsal aptallık” diyorum.  Ben eğitime yalnız şu kadar matematik, bu kadar fizik diye bakmıyorum.  Sorumlu vatandaşlar da yetiştirebilmemiz gerek.  Türkiye’nin büyük ihtiyacı bu. 

En önemli eseriniz?

En önemli eserim şimdi çıkacak, yani bitti aşağı yukarı. O Boğaziçi tarihi olmaktan daha başka bir kitap oluyor, yani içinde ben de varım, Türk yükseköğretimi var, siyaset var, Sabancı Üniversitesi var, diğer vakıf üniversiteleri var. Ondan evvel en önemli eserin ne dersen, bir Amerikalıyla yazdığım yurt dışında yayınlanan bir makaledir, o önemli, çok atıf almış bir makaledir. 1977 seçimlerinde Selçuk Özgediz ile birlikte yaptığımız kamuoyu araştırmasını da unutmamak gerek. Hem seçim sonuçlarını oldukça iyi tahmin etmiş hem de Türkiye’de seçmen davranışı hakkında önemli bilgiler elde etmiştik.  Bu çalışmadan önemli makaleler de çıktı. Bu araştırma bir ilkti ve hala da akademik olarak fark yaratan bir çalışma olarak tanınır. 

Eğitim Reformu Girişimi (ERG) Sabancı Üniversitesi’nin Karaköy’deki binasında bulunuyor.  Siz de yıllardır Karaköy’e gidip-geliyorsunuz. Uzun yıllarını Boğaz’da geçirmiş biri olarak bu semtle ilişkiniz nasıl?

ERG’nin Karaköy’deki Minerva Han’a geçmesiyle ben de İstanbul’u yeniden keşfetmeye başladım. Türkiye’ye döndüğüm 1969’dan sonraki dönemde şehirle kurduğum ilişki nispeten az olmuştu. Ta ki Karaköy’e gelene kadar. Bütün hayatım Bebek, Etiler, Boğaziçi ekseninde geçti. Bildim bileli hep bir trafik problemi vardır. Eskilerin tabiriyle “İstanbul’a inmek” istemezdim pek. Şimdi ise hoşuma gidiyor. Metroya binip bir yere gitmeye bayılıyorum. Caddeleri, sokakları, kaldırımları dolduran insanları görüp izlemek hoşuma gidiyor. Bir sürü sosyal bilimci ya kütüphane kurdudur ya da ampirik çalışmalara bel bağlarlar. Bir de katılımcı gözlemcilik vardır, ki gündelik yaşam içinde insanları, değişimi algılamakta çok önemlidir. Kütüphanede de çalışsan, saha araştırması da yapsan gözlemle desteklemen lazım. 1977’de ilk seçim araştırmasını yaptığımız zaman, sonuçları alır almaz hemen sağa sola gidip görüşmeler yapıyor, sonuçları test ediyorduk. Elindeki sonuçlarla tablolar yapmadan önce dışarıdaki insanları gözlemelisin. Onun için şimdi şehri dolaşmayı, şehri görmeyi çok seviyorum. Kimi zaman Tünel’den yukarı çıkıyor, Taksim’e kadar yürüyorum. Etrafta kimler var, neler oluyor görebiliyor, bir anlamda sokaklarda yaşanan değişimi izleyebiliyorum. Eskiden beri Londra’yı, New York’u, Paris’i, sokakları eğlenceli olduğu için çok severim. Sokakta vakit geçirmek keyiflidir bu şehirlerde, çeşit çeşit insanlarla, renklerle karşılaşırsın. Son zamanlarda İstanbul da çok ilginç olmaya başladı. Şehirde dolaşmak insana çok şey öğretiyor. Eskiden ya böyle değildi, veyahut da ben Bebek-Levent-Etiler eksenindeki hayatımdan kenti keşfetmeye vakit bulamamıştım. 

Kurucu Direktörlüğünü üstlendiğiniz Sabancı Üniversitesi bünyesinde yer alan İstanbul Politikalar Merkezi (İPM)’nin oluşum hikayesini anlatır mısınız?

Tosun’un aklındaki model çok ilgimi çekiyordu. “Bir think tank, daha doğrusu bir think and do tank kuralım. Üniversite ile ilişkili ama özerk bir kurum olsun. Üniversite’nin bürokrasi ve organizasyon şemasında hiyerarşik olarak yer almayan, hiçbir fakülteye bağlı olmayan müdürünün doğrudan rektöre ve mütevelli heyetine sorumlu olduğu bir yapı olsun.” Bu kurum üniversiteye ancak yeteri kadar yakın olacak, sivil toplum kuruluşları ve diğer üniversiteler ile ağ kurabilmesini sağlamak amacıyla da Sabancı Üniversitesi’nin bir iç kuruluşu olmayacaktı. Şeytanın avukatı olabilecek, ülkenin karşılaştığı sorunlarda veri tabanlı ciddi analizler yapabilecek, ayakları yere basan politika alternatifleri üretebilecek, bunu sağlamak içinde sivil toplum ve bilim dünyası arasında köprü olabilecek bir kurum hedefleniyordu. 

Bu proje benim için Türk sivil toplum ve akademik dünyasına sunulabilecek öncü bir projeydi ve beni heyecanlandırmıştı. İPM sivil toplum ve akademik dünya arasında köprü olmayı, bilgi ve veri bazlı uygulanabilir politikalar (siyasa) geliştirmeyi, kamuoyu ve siyasi karar vericilerin dikkatlerine sunmayı amaçlayacaktı. Bir akşam Can Paker’in evinde Güler Sabancı’yla da bir araya geldik ve projeyi daha ayrıntılı tartıştık. Hemen sonra da Üniversite’nin mütevelli heyetinden merkezin kurulmasını öngören bir karar geçirdiler. Tosun bana “İsmi ne olsun?” diye sordu. “İstanbul Politikalar Merkezi olsun,” dedim. Bence “İstanbul” sivil topluma yakınlığı vurgulaması açısından da çok önemliydi. Devletin uzantısı olmayan, özerk, sivil toplum kuruluşlarının birçoğu İstanbul’da. Merkez özerkliğini koruyabilmesi için de fonlanmasının projelerden ve diğer kaynaklardan sağlanan imkânlarla yapılması öngörüldü. İPM’nin yaptığı etkinliklerin hemen hepsi projelerden sağlanan gelirlerle gerçekleştirildi. 

Merkez’i örgütlemek için Sabancı Üniversitesi’nde hangi arkadaşlarımız nelerle uğraşıyor, ilgi alanları nelerdir diye etrafa bakındık. İPM’nin kurulduğu günlerde, Sabancı Üniversitesi’ne hemen benden sonra, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nden Korel Göymen gelmişti. Kendisini ilk olarak 1960-61 yıllarında ODTÜ’de asistan olarak çalıştığım günlerde tanımıştım. Korel yerel yönetimler üzerine odaklanmış bir arkadaşımızdı. İşin yalnız akademik tarafında kalmamış gerek merkezî hükümetlerde gerekse yerel yönetimlerde aldığı görevlerle akademik dünya ile uygulama dünyası arasında gidip gelmişti. Korel 1989-1992 arasında TÜSES’i (Türkiye Sosyal, Ekonomik ve Siyasal Araştırmalar Vakfı) yöneterek sivil toplumda “think tank” deneyimi de edinmişti. Ayrıca 1994 yılında Ankara Belediye Başkanlığı’na aday olmuş ve yerel seçimi çok az bir oy farkıyla Melih Gökçek’e kaybetmişti. Bir “düşün ve yap” (think and do tank) kuruluşu olarak tasarladığımız İPM için Korel ideal bir isimdi. Bu nedenle İPM’nin ilgi alanlarından biri yerel yönetimler olacak ve Korel’e emanet edilecekti. 

İlgi alanı Avrupa Birliği olan Ahmet Evin de Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde görevliydi. Ahmet’in ayrıca yurtdışında değişik üniversitelerde ve özel sektör kuruluşlarında aldığı görevler nedeniyle önemli bir birikimi ve, belki de daha önemlisi, çok güçlü bir uluslararası çevresi vardı. Ahmet sayesinde Avrupa Birliği konusunda güçlü olacağımızı düşünmüş, bu alanı onun yönetmesinin doğru olacağına karar vermiştik. Ayrıca fakülte içinde Avrupa süreçleri ile ilgilenen Meltem Müftüler ve Jean Monnet öğretim üyesi Bahri Yılmaz gibi Ahmet’e destek olabilecek arkadaşlarımız vardı.

Üçüncü bir ilgi alanı olarak “çatışma veya uyuşmazlıkların çözümü” (conflict resolution) uygun görünüyordu. 

Dördüncü alan olarak tespit ettiğimiz “eğitim,” İPM şemsiyesi altında gerçekleştirilen belki de en önemli ve başarılı proje olacaktı. Özellikle erken çocukluktan başlayıp üniversite kapısına kadar dayanan temel eğitimin Türkiye’nin en önemli sorunu olduğuna rektörlük yıllarında giderek artan bir şekilde inanmaya başlamıştım. Üniversiteye gelen öğrenci kalitesi çok değişkenlik gösteriyordu.  Eğitim sistemi içinde birçok bilgiyi yüklediğimiz öğrencilerimiz acaba düşünebiliyorlar mıydı? Soru sorabiliyorlar mıydı? Giderek demokratik bir ortamda yaşamaya başlayacak, hattâ bir gün kendilerini Avrupa Birliği’nde bulacak öğrencilerimiz gerekli demokratik yurttaşlık bilgi ve davranışlarıyla teçhiz edilmişler miydi?  Eğitimde kalite önemli bir sorundu. İyi fakat sayıları az okullarda okumuş öğrencilerimiz ile gerisi arasında uçurumlar vardı. Kaliteli eğitim ile ilgili bu gibi sorular  kafamda uçuşuyor ve İPM çerçevesinde eğitime odaklanmamız gerektiğini düşünüyordum.

Daha sonra, Sabri Sayarı’nın Washington’dan Sabancı Üniversitesi’ne dönmesi ve Christina Bache Fidan’ın uzman olarak İPM’ye katılması ile Türk-Amerikan ilişkilerine sivil toplumlar penceresinden bakmayı İPM’in beşinci ilgi alanı olarak hayat geçirdik.  

Biraz geri giderek Sabancı Üniversitesi’ne geçiş öykünüzü dinlesek?

Tosun’la (Terzioğlu) TÜBİTAK Başkanı olduğu günlerden kalan Feza Gürsey Enstitüsü’nün Kandilli’de kurulması ve  “bütünleşmiş doktora” programındaki işbirliği örnekleri gibi bir geçmişimiz vardı. 

1999 sonları, 2000’li yılların başında, Sabancı Üniversitesi Kurucu Rektörü olduğu günlerde Tosun’un Boğaziçi Üniversitesi’ne ziyaretleri sıklaşmıştı. Tosun çok ketum bir adamdır. Hemen bir şey söylemez. Gelişinden memnundum ama bir ara “Neden bu kadar çok geliyor?” gibi sorular kafamda gezinmeye başlamadı değil. Rektörlüğümün bitmesine yakındı, “Herhalde rektörlükten sonra beni Sabancı Üniversitesi’ne davet edecek” gibi bir düşünce kafamı kurcalamaya başlamadı desem yanlış olmaz.  Rektörlüğümün son günleriydi, Ankara’da Üniversitelerarası Kurul’da toplantıdaydık. Katıldığım, belki de, bu son toplantı 2000 yılının ilkbaharındaydı. Tosun çok sigara içer, devamlı dışarı çıkıyor. Ben de o ara dışarı çıkmıştım. Sigara içmiyorum, ama toplantılar sıkıcı. Bugünün tabiriyle koridorlarda “geyik yapmak” birçoğumuza toplantıdan daha çekici geliyordu. Orada Tosun bana “Bize gelmeyi düşünmez misin?” dedi. “Düşünürüm, ama benim Akın Öngör’e verilmiş bir sözüm var,” dedim. Öne sürdükleri şartlar uymazsa onun teklifini kabul edebileceğimi söyledim. “Sen bir düşün,” dedi ve uzun bir süre bu konuyu bir daha da konuşmadık. Sabancı Üniversitesi’ne geçiş daha sonra Doğuş’tan ayrılırken, 2001 yılının yaz aylarında tekrar gündeme geldi.

Koç Üniversitesi’nin rektörü Seha Tiniç 2001 yılının yazı başında görevinden istifa etti. Yerine kim olacak soruları etrafta uçuşurken, Rahmi Koç benimle konuşmak istedi. Kendisini Temmuz 2001’in ilk günlerinde Çengelköy’deki yalısında bir sabah ziyaret ettim. “Rektörlüğü düşünür müsün?” dedi. 2001’in yaz aylarında, yani Rahmi Beyin bana teklif yaptığı günlerde, Tosun’la Sabancı Üniversitesi’nde gerçekleştirilebilecek bazı projeleri de konuşmaya başlamıştık. Fakat “Koç Üniversitesinin rektörü olur musun?” dedikleri zaman, severek rektörlük yapmış, biraz da geriye nostaljik bir şekilde bakan biri için fikir ve teklif çekici gelmişti. 

Çok heyecanlı bir süreç olmuş, Koç ve Sabancı üniversiteleri arasında paylaşılamamışsınız.  

Sekiz sene Boğaziçi Üniversitesi’nin rektörü olduktan sonra, evet görevimin bittiğini biliyordum, ama kafam hâlâ bu tür mesuliyetler yüklenmeye endeksli. Böyle bir ortamda önüme yeni ve önemli bir görev koyuyorlar. Yeni bir ortamda, değişik şartlarda yeni bir projeye imza atmak, o günler içinde bulunduğum psikolojik ortamda tekrar rektörlük yapmanın çekici geldiğini itiraf etmeliyim. Ayrıca vakıf üniversitelerinin kurumsallaşıp saygın yükseköğretim kurumları olarak gelişmelerinin Türk yükseköğretim hayatı için çok önemli olduğunu, yaratılacak rekabet ortamının bütün sisteme faydası olacağını düşünüyordum. Bu açıdan da yapılan teklifi önemli bir fırsat olarak görmüş ve Rahmi Bey’e “Düşünürüm” demiştim. Ancak, kuruluş adı vermeden, başka bir kuruluşla da görüştüğümü söyledim ve çabuk karar vermek gerekeceğini belirttim. Rahmi Bey, Çengelköy’deki yalıdan ayrılmak üzere tam tekneye binerken, “Sabancı Üniversitesi mi?” dedi, ben de tasdik eder gibi gülümsediğimi hatırlıyorum.

Tosun’a durumu aktardım ve karar verme sürecinin zaman alacağını Eylül’e kadar bu işin biteceğini söyledim ve “Bekler misin?” dedim. Bebek camiinin yanındaki meşhur kahvede oturuyorduk. Tosun “Senin oraya rektör olman bizim de işimize gelir,” dedi. Tam benim kafamda bir adam diye düşündüm. “Koç Üniversitesi’ne karar verirsen bu fırsat bile olur. İki üniversite işbirliğini geliştirir,” dedi. “Türkiye’de vakıf üniversitelerinin gelişmesi uzun bir yol ve daha bu yolun başındayız. Sen orada olursan işbirliği yaparız. Ama biz ona rağmen seni Sabancı’da görmek isteriz,” diye ekledi. “Peki bana müsaade ediyor musun?” diye sordum. “Ediyorum” dedi. 

Eve gelip durumu eşim Rukiye’ye anlattım. Çok karşı çıktı. “Ben senin bir daha rektörlük yapmanı istemiyorum,” dedi, “Bu kadar sene çok stresli bir hayat yaşadın, sıhhatin bozuldu, Sabancı’ya git” dedi. Ama ben Rahmi Bey’e de artık “Evet,” demişim, bekliyorum. Eylül ayı geldi. Yaptığım hatalardan biri de Rahmi Bey’le Eylül’ün hangi gününün karar için son tarih olacağını hiç konuşmamaktı. 

Eylül’ün ortası geldi, bir şey olmadı, ses seda çıkmadı. Tosun’u da “Bugün, yarın” diyerek oyalıyorum ama Tosun’a da ayıp oluyordu artık. Herhalde niyetleri yok diye düşünmeye başladım. Zaten Rukiye de katiyetle istemiyor. Sabancı Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyesi olan dostum Işık İnselbağ da bana karar vermem için yüklenmeye başlamıştı. Rukiye ise sürekli “Sabancı’da çok rahat edersin,” diyordu. Koç’tan da hiçbir haber çıkmayınca bir gün çok insiyaki olarak açtım telefonu ve “Tosun tamam, geliyorum,” dedim. Gittim, imza attım. 

Sabancı Üniversitesi’nde benim için hazırladıkları yeni ofisime adımımı atıp işe başladığım saatlerde Rahmi Bey aradı. “Üstün şu işi bitirelim artık,” dedi. “Kusura bakmayın Sabancı Üniversitesi’nde ofisimdeyim şu anda,” dedim. Sabancı’yla münasebetim böyle başladı. Koç gurubu ile de ilişkim devam ediyor. Koç Vakfı’nın Yönetim Kurulu’ndayım, o kadar.

Bu heyecanlı filmin sonunda mutlu son Sabancı Üniversitesi’nin olmuş. 

Evet az kalsın Koç’a rektör oluyordum, direkten döndüm geldim Sabancı’ya. 

Devam edecek…

Image
Şemsiyenin tepesinden bakabilen yönetici Resmi