Lanfranco Aceti: “Basmakalıp fikirlere ve tiplere inanmayan bir insanım. Bazen genel kanının doğruluğuna inanmıyorsam, tam tersini yapıp onun yanlış olduğunu ortaya çıkarmaya çalışırım.”
Lanfranco Aceti, Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi öğretim üyelerimizden. Çağdaş sanat ve dijital kültür alanlarında dersler veriyor. Sanatçı, küratör, akademisyen, araştırmacı, uluslararası tanınırlığı olan bir kişi. Çalışmaları Londra’daki Institute of Contemporary Art (ICA), TATE Modern, Venedik Bienali, MoMA’da sergilenmiş. Karaköy’deki binamızda bulunan Kasa Galeri’nin direktörlüğünü de yapıyor. MIT yayınlarından Leonardo Electronic Almanac’ın Genel Yayın Yönetmenliğini de yürütüyor. Aynı zamanda Goldsmiths College, University of London'da konuk öğretim üyeliği de yapıyor.
Aynı anda bu kadar çok görevi yürüten Lanfranco Sabancı Üniversitesi’ne geldikten 4 ay gibi çok kısa bir zamanda dünyanın en büyük elektronik sanat festivali ISEA’yı İstanbul’a Türkiye’ye kazandırdı. Lanfranco ile ISEA2011 hazırlık sürecinde yaşadıklarını, İtalya ve İngiltere’deki deneyimlerini konuştuk.
Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Öğretim üyesi Lanfranco Aceti ile birlikteyiz. Merhaba Lanfranco, ne kadar oldu Türkiye’ye geleli? İstanbul ile ilgili ilk izlenimlerini bizimle paylaşır mısın?
4,5 yıl önce, 2008 yılının Ağustos ayında geldik. İlk geldiğimizde biz de herkesin yaptığı gibi bir turistik gezi yaptık ve önce Sultanahmet’e gittik. Ama kampüse taşınacağımız zaman bizi neyin beklediğini bilmediğimiz için Sultanahmet’te yastık, çarşaf gibi malzemeler aramaya başladık. Tabii turistik bir mekan olduğu için de kolay kolay bulamayıp Kapalıçarşı’ya gittik ve kaybolduk. Kapalıçarşı’da geleneksel yorgan işi yapan birini gördük ve yanına gittik, o da sağ olsun bize yardımcı oldu. Yastığın içine konan malzemeyi verdi. Elimde kocaman plastik bir poşet taşıyıp getirdim, yorgancı Kapalıçarşı’dan Tuzla’ya kampüse kadar bizi getirmesi için bir araç da ayarladı. Bizimle birlikte Kapalıçarşı’dan kampüse kadar geldi. Yolda gelirken arabada çok güzel, neşeli bir müzik de vardı, çok mutlulukla hatırlıyorum o seyahati. İstanbul’a ilk kez gelmiştim ve şehir merkezinden araba ile kampüse doğru geliyorduk. Arabada giderken “Tanrım ne kadar büyük bir şehir, gidiyorsunuz gidiyorsunuz asla bitmiyor” dile düşünmüştüm. Şehrin merkezinden ve bir sürü değişik yer var ve uzanıyor şehir bu yöne doğru diye düşündüm. İnsanlar çok yardımsever, insanlar size yardım etmek için yollarını değiştirebilirler, size ellerinden geleni yaparlar. Eskiden Avrupa’da da biraz böyleydi ama, son zamanlarda değişiyor. İnsanlar çok yardımsever ve aynı zamanda çalışkan da. Yalnız bürokrasi o kadar fazla ki ne kadar çok saat çalışılsa da üretim aynı oranda olmuyor. Bu kadar bürokrasi olmasa o kadar çok çalışmaya çok daha üretken olunabilir bence.
Türkiye’ye Sabancı Üniversitesi’nde çalışmaya başlamadan önce geldin mi?
Evet. 18 yaşındayken ilk kez Türkiye’ye geldim.
Lanfranco İtalyan asıllı, İngiliz vatandaşısın. İki vatandaşlığın var, hem İtalyan, hem İngiliz vatandaşı. Lanfranco Aceti, sanatçı, küratör, akademisyen. Sabancı Üniversitesi’ne akademisyen olarak geldin değil mi?
Evet.
Sabancı Üniversitesi’ne geldiğin zaman büyük bir uluslararası organizasyon kazandırdın diye biliyorum Lanfranco. Dünyanın en büyük elektronik sanat festivali olarak tanımlanan ISEA (Inter-Society for the Electronic Arts) “Uluslararası Elektronik Sanatlar Sempozyumu”nu İstanbul’a, Türkiye’ye kazandırdın. Bu süreci anlatır mısın?
İstanbul’a ilk taşınmaya karar verdiğimde bazı akademisyen arkadaşlarım bunun çok heyecanlı bir şey olduğunu, İstanbul’da çok fazla şey yapılabileceğini vesaire söylediler. Ama bir kısım akademisyenler ise bu kadar olumlu karşılamadı ve tam olarak bana kariyerimi öldüreceğimi söylediler İstanbul’a taşınarak. Ama ben basmakalıp fikirlere ve tiplere inanmayan bir insanım. Bazen genel kanının doğruluğuna inanmıyorsam, tam tersini yapıp onun yanlış olduğunu ortaya çıkarmaya çalışırım.
Mücadeleci bir kişiliğin var.
Kesinlikle, evet. Uzun zamandır akıntıya karşı yüzen yaşlı bir alabalığım ben. Buraya taşındığımda ISEA2011’i organize etme fikri aklımdaydı. Bunun dışında da MIT’nin sanat, bilim, teknoloji alanında uluslararası akademik bir yayını olan Leonardo Electronic Almanac’ın yayın yönetmeni ayrılıyordu ve dergiye yeni bir yönetmen arıyorlardı. Ben her ikisini de almak istedim ve ikisine de başvurdum. Hem ISEA2011’i İstanbul’a aldık, hem de Leonardo Electronic Almanac’ın genel yayın yönetmeni oldum. İstanbul’da gerçekleştirdiğimiz ISEA2011 bu organizasyonun 17.si oldu. Bu yıl ISEA’nın 19.su Sidney’de gerçekleşiyor, ama bu etkinliği organize eden bazı insanlar birden fazla görev aldıkları için şu anda “ISEA Başkanı” unvanını taşıyan 15 akademisyen var tüm dünyada. Bu unvan sanat yönetmenliği ve konferans başkanlığını içeriyor. Dünyada ISEA’yı organize etmiş akademisyen sayısının 15 olması, onun ne kadar büyük bir konferans olduğunu gösteriyor.
2011 Eylül’ünde ISEA’yı burada gerçekleştirdik. Zordu, ama üniversitemiz için çok önemli bir organizasyon oldu. Bundan ötürü Sabancı Üniversitesi’nin, uluslararası platformda, medya, sanat, sanat bilim teknoloji ilişkileri konusunda çalışmalar yürüten bir üniversite olarak bilinirliği çok arttı. Sidney Üniversitesinden, MIT’ye, Sorbonne’dan Tokyo’ya kadar birçok akademisyen artık Sabancı Üniversitesi’nin adını bu alanda da biliyor, tanıyor. ISEA’nın hem öncesindeki hazırlık sürecinde hem de organizasyon sırasında çok sıradışı öğrencilerim oldu.
Özden Şahin, Deniz Cem Önduygu, Mehveş Çetinkaya gece gündüz çalışarak bu etkinliğin gerçekleşmesini sağladılar, onlar olmasaydı gerçekleşmezdi bu etkinlik. Özden Şahin konferans ve program direktörlüğünü yaptı. Deniz Cem Önduygu tüm etkinliğin tasarım işlerini yaptı. Son 6 ayda ekibimize katılan eski bir Sabancı öğrencisi olan Mehveş Çetinkaya da konferans ve sergi organizatörlüğünü yaptı. Ve buradan da anladık ki sanılanın aksine İstanbul’a gelmek kariyer öldürmek değil tam tersine çok daha güzel fırsatların kullanılabileceği bir şey olabilir.
Belki biraz da heyecanlı.
Evet.
Zor, mücadele ve heyecan, adrenalin.
Güzel yemek.
Evet, yemekler güzel, heyecan var, rutin değil.
Evet.
Peki, ISEA2011’in Sabancı Üniversitesi tarafından İstanbul’da yapılması kesinleştikten sonra hazırlıklar için kollar sıvandı. İstanbul’da nerede ne yapılacağı zaten daha önceden planlanmıştı sanırım. İşbirliği yapılacak ya da mekanları kullanılacak belediye, şehirhatları gibi kurumlar ile görüşülmeye başlandı değil mi?Ne kadar sürdü bu hazırlıklar?
2009’un bahar mevsiminde ISEA’ya olan başvurumuz kabul edildi. Ben buraya 2008’de geldim, gelir-gelmez çalışmalara başladım. 2009 baharında da kabul edildi. Yani Türkiye’ye gelip Sabancı Üniversitesi’nde çalışmaya başladıktan dört ay sonra ISEA2011’i almıştık. Bu süreç bir sömestr sürdü diyebiliriz. Ama ne yapmak istediğimi önceden biliyordum.
Ne yapmak istediğini biliyordun, bilerek geldin ve yine de bir 4 ay sonra kolları sıvadın ve işe giriştin, kültürünü bilmediğin insanlarla muhatap olup, bürokrasi çemberinden geçip bazı kamu kurumlarına planlanan çalışmaları anlatmak ve onları birlikte çalışmaya ya da bazı hizmetleri ile mesela belediye mekanlarını, Şehir Hatları vapurlarını sergi mekanı olarak kullanmalarına izin vermek gibi ISEA’ya destek olmaya ikna etmek durumunda kaldın. Nasıl yürüttün bu süreci?
Türk bürokrasisi zor, ama Fakültemizde çalışan idari kadromuz Viket Galimidi, Sumru Şatır, İnci Ceydeli, Tuğcan Başaran, onlar bürokrasiyi kolaylaştırmak için çok uğraştılar, çok fazla çalışarak insanların işlerinin rahat yürümesini sağladılar.
Bu arkadaşlarımız fakültemizin omurgası ve onlar sayesinde işler çok güzel yürüyor. Üniversite dışındaki kurumlarla yaptığımız çalışmalarda bazı şeyler zor oldu hatta imkansızdı diyebilirim ama bazı şeyler de çok kolay oldu. Örneğin İDO’dan, daha doğrusu Şehir Hatlarından iki tane vapur sponsorluğu aldık ISEA için ve konferansımızın bir bölümünü vapurda yaptık iki gün boyunca. Ve bunun için hiçbir ücret ödemedik. Dünyanın bir sürü yerinde böyle bir imkanı size sağlamazlar. Dolayısıyla, çok cömertlerdi ve çok güzel oldu böyle bir etkinlik. Onun dışında Belediyeden Sanat Galerisini aldık, bazı etkinliklerimiz, kamusal alanda yapılan performanslar için Taksim Meydanı’nın bir kısmını kullandık ki bu da çok önemliydi bizim için, etkinliğe çok güzel bir katkıda bulundu. Ancak, bazı müze direktörleri, devlet kurumları zorluk çıkardılar. Örneğin Galata Mevlevihane Müzesiyle çalışamadık, çünkü direktör önce başta talebimize sıcak baktı, olur yaparız dedi, sonra, belki olur bilemem dedi, ama biz yurt dışından Avustralya’dan, Amerika’dan, Uzak Doğu’dan sanatçılar çağırıyorduk ve sanatçılarımızın önceden sergi mekanını bilmesi gerekiyordu. İşlerini mekana göre hazırlayacaklar ve biz de ona göre mekanı düzenleyecektik. Bu nedenle, bizi son dakikaya kadar bekleten bu kurumlarla çalışamayacağımızı fark edip rotamızı başka mekanlara çevirdik.
Bu kurumlar ile görüşürken enteresan bir olay yaşadın mı?
Evet, bir müze müdürü Türkiye’de işlerin değişik işlediğini, Bizans oyunları olduğunu söyledi. Bu nedenle bazı şeylerin yapılamayacağını, özellikle çok yenilikçi çalışmaların yapılamayacağını ima etti. Ama ben tam tersini düşünüyorum . Biz ne istediğimiz konusunda çok çok nettik, açık açık ne istediğimizi söyledik ve böylece istediğimiz şeyleri de alabildik. Ve ben o müze müdürüne; “sizin gibi insanlar yüzünden gençler atak olamıyorlar, bir şeyler yapmak istemiyorlar, çünkü durdurulacaklarını biliyorlar” dedim.
Bu süreçte değişik kurumlarda farklı yapılarda insanlarla muhatap olmuşsun, doğal olarak. Sen hep gülümseyen bir insansın ama ISEA hazırlıkları için koştururken yaşadığın şimdi düşündüğünde seni gülümseten anılar var mı?
ISEA sırasında hazırlıklar için Özden ile birlikte sabah en erken servisle kampüsten ayrılıyorduk. Sabah 06:00 servisine yetişebilmek için 05:00’te uyanıp, gece 23:00’deki son servisle geri geliyorduk ve bütün gün boyunca çalışıyorduk şehirde. Bu tempo tüm hafta boyunca kesintisiz bu şekilde devam ediyordu, gece en son servisle gelip sabah aynı şekilde en erken servisle çıkıp gidiyorduk. Performanslarımız ve başka etkinliklerimizde Taksim Meydanını kullanabilmek için zabıtadan izin almamız gerekiyordu. Bu nedenle birkaç hafta peş peşe, haftada bir gün Tuzla’dan kalkıp Topkapı’ya zabıta merkezine gittik. Özden ile birlikte sabah çok erken saatlerde gittik. Çünkü, merkezde belli bir randevu saati vardı, onu kaçırdığınızda çok kalabalık oluyordu. İstanbul gibi kalabalık bir kentte bir sürü insan zabıtaya başvurduğu için oluşan kalabalıktan ötürü daha geç saatlerde içeri girmek mümkün olmuyordu. Zabıta merkezine ilk gittiğimizde bir kantin gördük, orada çalışan işçiler, zabıtalardan oluşan kalabalık topluluk kahvaltı ediyorlardı. Biz de sandviç alalım dedik, kocaman bir tam ekmek boyutunda birer sandviç verdiler bize. Çok şaşırdık ilk başta, çok da ucuzdu yani, 2-3 liralık bir sandviç, ama dev gibi ekmekler düşün. Canlı, cıvıl cıvıl bir ortamdı, biz de çok eğlendik tabii ondan sonra her gittiğimizde çevremizde işçilerle, zabıtalarla beraber orada yemeğe başladık. İzin almak için görüştüğümüz zabıtaların müdürü ya da şefi mi desem? Yani izin belgesine son imzayı atacak kişi ne istediğimizi anlamadı. Sonra Özden Türkçe olarak ne istediğimizi tarif etti ama şef pek de dinliyor gibi değildi. Ancak evraklarımız arasında belediyenin Taksim Meydanı’ndaki Cumhuriyet Sanat Galerisi ile ilgili imzalanmış izin belgesini görünce ikna olup tamam dedi. Zabıta şefi daha sonra o izin belgesini görene kadar bize pek kulak asmadığını kendisi itiraf etti. Sonra bir şekilde sohbet, şefin masa tenisi sevdiğine geldi. Biz de o sırada ISEA’da sergilemek için robot getirmek istiyorduk. İki tane uçabilen ve tenis topunu birbirine atarak tenis oynayabilen robot vardı, İsviçre’deki bir üniversiteden, onu getirecektik. Biz de ondan bahsettik, fikir çok hoşuna gitti ve imzaladı iznimizi.
Çok güzel, yani zabıtaların şefi tenisi sevdiği için hayatınız kolaylaştı.
Hatta sanat, bilim, teknoloji etkinliği dediğimde, ben de hep bilim insanı olmak istiyorum dedi yanlış hatırlamıyorsam, TÜBİTAK ödüllerim var benim diye de birazcık paylaştı. Ama kimse o merkeze gidip gelmelerimiz, beklemelerimiz sırasında Özden ile benim orada ne yaptığımızı anlamadı ve bunlar buraya acaba nereden düştü diye herkes merakla baktı bize. Çok değişik gördüler, epey dikkat çektik orada.
Bu kadar büyük bir organizasyonu çok küçük bir ekip ile gerçekleştirdin. Fakültedeki dört kişilik idari kadronun desteği dışında sahada yalnızca 4 kişiydiniz. Diğer ISEA organizasyonlarında durum nedir?
Biz den bir önce ki ISEA2010, Avrupa kültür başkentinden destek aldığı için Almanya Ruhr Bölgesinde düzenlenmişti ve 60 kişilik bir kadroları vardı. Bizimkine dinleyici ve konuşmacı olarak 1400 kişi katıldı. Dünyanın çeşitli bölgelerinden 1400 kişinin katıldığı uluslararası bir organizasyonu çok küçük bir kadro ile gerçekleştirdik. Evet, hatta aramızda espri yapıyorduk bir Türk ve bir İtalyan 60 Almanın işini üstlendi diye.
Devam edecek…