Güzel gülen, zarif kadın Ayşe Kadıoğlu

Nesrin Balkan ile Çarşamba Sohbetleri

Ayşe Kadıoğlu: Ders vermeyi seviyorum, bana enerji veriyor. 1984’ten bu yana kaç senedir hala aynı heyecan ile ders veriyorum. Bunca senedir üniversite bünyesinde yaşayan biriyim, ama hala her yıl derslerin başladığı, öğrencilerin geldiği ilk gün, o heyecanı, kalp çarpıntısını hissederim. Üniversite benim gözümde öğrenciye ait bir yer.

Bu haftaki Çarşamba Sohbetlerinin konuğu Ayşe Kadıoğlu. 1998 yılından beri Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi olan Ayşe Kadıoğlu Eylül 2013’den beri de Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nin Dekanı. Ayşe Kadıoğlu bana göre Sabancı Üniversitesi ile özdeşleşmiş kişilerden biri, öyle ki, Sabancı Üniversitesi’ni düşündüğüm zaman zihnimde canlanan yüzlerden biri onun yüzü. 

Henüz 15 yaşında olan Üniversitemizin temeline harç koyan ellerden biri. Son derece mütevazı, zarif, feminen ve pırıl pırıl gülen güzel bir el. Ayşe’yi çalışma arkadaşlarına sordum, öğrencilerinin onunla ilgili yazdıklarına baktım. Herkesin onunla ilgili düşünceleri birbirine benziyor. Yakın çalışma arkadaşlarına göre o, sakin, ikna edici, iyi bir dinleyici ve çalışılması kolay bir insan. Ayşe Kadıoğlu ile öğrencilik yıllarından, hocaları, öğrencileri, eğitimciliği, annelik hallerine kadar geniş bir çerçevede konuştuk. Söyleşinin bu hafta yayınlanan birinci bölümünde bu konuları, haftaya yayınlanacak ikinci bölümde ise bambaşka bir konuyu okuyacaksınız.  

Öğrencilerin seni seviyor. Seninle ilgili hep olumlu görüşler okudum. İstersen oradan başlayalım. 

Peki, oradan başlayalım, öğrencilerle olan ilişkiden. Ders vermeye 1984’te başladım, henüz asistandım. Boston Üniversitesi’nde şimdi bizdeki SPS 101-102 gibi 400 kadar öğrencisi olan bir dersin asistanlarından biriydim. Gayet iyi hatırlıyorum, ilk discussion dersimi vermeye gittiğimde bir saatlik bir derse kendimi helak ederek yarım gün hazırlanmıştım. Ders vermek her zaman önemsediğim bir iş oldu. Yani araştırma yaparken onun yanı sıra yaptığım bir iş değil. Ders vermeyi seviyorum, bana enerji veriyor. 1984’ten bu yana kaç senedir hala aynı heyecan ile ders veriyorum. Bunca senedir üniversite bünyesinde yaşayan biriyim, ama hala her yıl derslerin başladığı, öğrencilerin geldiği ilk gün, o heyecanı, kalp çarpıntısını hissederim. Üniversite benim gözümde öğrenciye ait bir yer.

Tam 30 yıldır ders veriyorsun. Aslında hiç göstermiyorsun.

Evet, 30 yıllık hocayım ama hala derse girmeden önce 3-5 dakika bile olsa, ne yapacağımı düşünürüm. Sınıfta ne yapacağımı, nasıl bir konu anlatacağımı elbette önceden bilirim ama yine de sınıfa girmeden önce notlarıma bakarım. Gerçi artık tüm malzeme sanal ortamda, artık pek not taşımıyorum derse girerken. Zor bir konuyu basit olarak anlatabilmeyi kendime iş edinmiş biriyim. Ders anlatırken her zaman buna dikkat ederim. Bu konu çok zor ve karmaşık ve ancak böyle karmaşık anlatılabilir diyerek teslim olmam; onu basitleştirerek anlatabilmenin bir yolunu mutlaka bulurum.

Kalabalık öğrenci gruplarına ders vermeyi seviyorsun. 

Evet, o dinamiği seviyorum. Bir de ders anlatırken sıkılmamam lazım, benim kendimin sıkıldığım dersten öğrenciye bir hayır gelmez. Anlattığım dersten hoca olarak önce benim heyecan duymam lazım. Kendimi heyecanlandıracak bir şekilde anlatmaya çalışıyorum dersi. Öğrencilerin gözlerinin içine bakarak iletişim kurmaya çalışırım; beraber güleriz, hatta derste gülme krizim bile tutabilir. 

Evet, bir öğrencin de Ekşi Sözlük’te bu özelliğini yazmış.

 

Beraber gözümüzden yaş gelerek güldüğümüz olur öğrencilerle birlikte. İşte ders vermenin böyle bir dinamiği var. O kadar ders vermeye meraklıyım ki, doktora öğrencisi olduğum üniversitenin yakınlarındaki bir cezaevinde bir programı vardı ve orada ders anlatmıştım. Benim doktora öğrencisi arkadaşlarımdan birisi bu cezaevinde ders veriyordu; ben de onun dersine konuk hoca olarak girmiştim. Çok enteresan bir deneyimdi. İçeri girerken saç tokamı filan almışlardı. Orada birdenbire olayın ciddiyetini anlamıştım. İçeriye girince bir baktım koca avluda 400 kadar erkek mahkûm volta atıyorlar. Acaba doğru bir iş mi yaptım diye endişeye kapıldım.  Yüzümdeki endişeyi gören arkadaşım; “hiç merak etme, burada sana bir kişi kötü bir laf etse on kişi onu engeller çünkü bu programa çok önem veriyorlar, eğer bir sorun olursa program iptal edilir ve bunu da kimse istemez” dedi. Gerçekten hiçbir sorun çıkmadı. Sınıfa girdik, herkes okumaları yapmış. Ben böyle bir sınıf görmemiştim hayatımda. Ekonomi politik dersiydi ve Karl Marx anlatmıştım. Doktora döneminde, Siyasal Düşünce alanında, Marx’ın erken dönemi benim yan uzmanlık alanlarımdan biriydi.  Bir cezaevinde Marx anlattım yani! 

Amerika’da bir cezaevinde üstelik. 

Evet, Amerika’da bir cezaevinde Karl Marx… 

Ekşi Sözlük’te bir öğrenci seninle ilgili, “yoklama yapmadığı için dersine en düzenli ve en çok devam ettiğim hoca” diye yazmış. 

Evet, öğrencilere baştan söylüyorum, “sınıfa gelmek sizin için iyi olur, çünkü ben zor olanı kolaylaştırarak anlatırım” diyorum. “Kendi başınıza kitabı okuyarak, arkadaşınızdan not alarak yapması zor olur, bakın ben hayatınızı kolaylaştırıyorum” diyorum.

İlk kez mi dekanlık yapıyorsun?

Evet, ilk defa. 

Dekanlık ile ilgili düşüncelerin nedir? 

Aslında ben her işte olduğu gibi Dekanlıkta da bir heyecan duymasam yapamam. Var olan tek düze bir yapıyı yönetmek değil sadece, yeni bir şeyler yapmanın mümkün olabileceğinin heyecanıyla bu işe giriştim. Bunlar yeni programlar olabilir,  var olan ders programlarında birtakım iyileştirmeler, geliştirmeler olabilir. İlk üç ay kendi kendime birtakım sözler verdim, “bir dönem boyunca, akademik bir makaleyle ilgilenemedim, bir yazıyı yazamadım” diyerek kendimi kötü hissetmeyeceğim, zamanımı öncelikle bu işi anlamaya ayıracağım diye. Akademik çalışmadan  en azından bir dönem geri kalabilirim diye kendime izin verdim. Her gün ofise gelerek olağan işleyişi anlamaya çalıştım. Bir de kendime en azından bir yıl şikâyet etmeme sözü verdim.

Bir yıl şikayet etmeme kararı insanı huzurlu hissettirir. 

Şikâyet etmeyeyim, önce bir anlayayım diye düşünüyorum. İlk baştan pozitif yaklaşmaya çalışıyorum. Elbette negatif günler de olacaktır. Negatif enerjiye kendimi çabuk teslim etmeme kararıyla bu işe giriştim.  

Seni onbeş yıldır tanıyorum. Her zaman güler yüzlü, sakin ve pozitif insan olduğunu düşünüyorum. Yalnızca yıllar önce bir kez çok gergin olduğunu gördüm. Uluslararası bir organizasyon sırasındaydı ve sanırım bazı aksilikler vardı. Kendi kendine söyleniyordun ama kullandığın dil ingilizceydi, öyle ki dönüp benimle de İngilizce konuştun. 

Yapmışımdır. Her insan gibi benim de tatsızlıklar yaşadığım oluyor.  Mesela geçtiğimiz iki ay içinde peş peşe iki arkadaşımı kaybettim. Sevdiklerini kaybetmek insanı darmadağın ediyor. İkisi de epeydir hastaydılar ama yine de çok sarsılıyorsun. Güler yüzlülük ile ilgili olarak şunu söyleyebilirim: benim annemden geldiğini sandığım bir pozitif enerjim var.  Annem şimdi 84 yaşında ve ben hala ondan pozitif enerji alırım; telefon konuşmalarımızda her zaman pozitif şeyler söyler. Enerjim azaldığı zamanlarda Ankara’ya onları görmeye gidiyorum. Artık benim onlara pozitif enerji vermem lazım ama hala ben anne ve babamdan pozitif enerji alıyorum. Annem bu yaşında sırf ağabeyimle, benimle ve torunlarıyla iletişimde kalabilmek için internet öğrendi, Skype’dan beni arıyor. 

Annen saygı duyulacak, güzel bir örnek. Ne mutlu sana. 

Müthiş bir kadındır annem, evet… Tıp doktorudur. Ben pozitif enerjimin annemden geldiğini düşünüyorum. 

1998’den beri Sabancı’dasın,  16  yıl olmuş. 

Evet en başından beri buradayım. Sabancı Üniversitesi, gözümün önünde büyümüş bir üniversite, onun için de bağlılığım olan bir kurum. Daha önce, yani Amerika’dan döndükten sonra, Bilkent Üniversitesi’nde yedi yıl çalıştım. Ben ODTÜ’lüyüm aslında. Lisans derecemi oradan aldım. 1982’de ODTÜ’den mezun oldum. Yani 1978-1982 arası orada öğrenci oldum. Arada 1980’de askeri darbe oldu. 

Üniversite öğrenciliğinin ortasından bir darbe geçmiş. 

Üniversitenin siyasi olarak çok hareketli olduğu bir dönemdi. Her sabah üniversiteye girerken üstümüz başımız aranırdı. Siyaset Bilimi bölümünde okuyordum; o bölümde okuyor olmak dahi başlı başına bir sorundu. Üniversite kimliğimde “siyaset” kelimesi yazıyor diye sorun olurdu. Jandarma sorardı, “ne bu” diye, ben de her defasında açıklama yapıp “o bölümde okuyorum” derdim. Bütün Siyaset Bilimi okuyanlar için söz konusuydu bu durum, çünkü siyasetin bizzat kendisi zanlıydı. 

Evet, “siyaset” yasaklı kelimeydi.

Siyasetin kendisi sakıncalı bir kavramdı. Hatta ders için okuduğumuz bazı kitaplar da sorun oluyordu. Onları okula götürmemeye dikkat ederdik. Arabaya ellerimizi dayayıp üstümüzü ararlardı. Üniversiteye giren panzerlerin gürültüsünden sınıfta ders anlatan hocayı duyamazdık. Böyle acayip bir dönemdi. Mezun olduktan sonra Yüksek Lisans için Chicago Üniversitesi’ne gittim. 

Bambaşka bir dünyaya gitmiş gibi oldun sanırım. 

Evet, üstelik herhangi bir Amerikan üniversitesi değil. Chicago Üniversitesi’nde diğer üniversitelerden farklı bir liberal ortam var. Öyle ki bu özelliğinden ötürü o dönemde Ekonomi alanında bir ekol olmuş. Orada akademik anlamda bambaşka bir literatürle tanıştım. Yüksek lisansımı yaptığım iki yıl boyunca çok şey öğrendim. Çok değerli hocalarım oldu. Chicago’da geçirdiğim iki sene hayatımda çok önemli oldu. Biraz ara verdikten sonra Boston’a taşındım ve doktorama Boston Üniversitesi’nde devam ettim. Oradan Bilkent’e geldim. Boston’da aşağı yukarı yedi yıl yaşadım. Chicago’da geçirdiğim iki yılı da eklersek 10 yıla yakın bir süre yani 80’li yıllar Amerika’da geçti. 

Chicago ve Boston üniversiteleri kariyerinde etkili olmuş sanırım. 

Boston’da birisi Ortadoğu diğeri ise Avrupa çalışmaları yapan iki hoca danışmanlarımdı. Ben hep bu iki alanın arasında gidip geldim. Doktora yaparken Avrupa’da göç konusunda çalıştım. Birinci danışmanım Ortadoğu çalışmaları yapan hocamdı. Ondan siyasetle akademiyi bağdaştırabilmeyi öğrendim. Adalet duygusu çok güçlü bir kadındı. Her zaman siyaseten aktif olmuştu, aynı zamanda da literatüre önemli katkıları olmuş çok değerli bir akademisyendi. İyi akademisyen olunca siyasete karışmazsın gibi bir görüş vardır. Ben bu görüşün geçerli olmadığını onda gördüm. Bu yüzden akademik kariyer yaparken bir yandan da her zaman gazetede yazdım. 2000 yılından beri yazıyorum, hatta bir dönem daha da yoğun bir şekilde neredeyse her hafta yazardım.

Evet, gayet düzenli yazıların çıkıyordu.

Radikal 2’de yazdım. Hatta 2006 yılında o gazete yazılarımın yer aldığı bir kitap bile çıkardım. Toplumsal duyarlılık ya da sorumluluk ile topluma değmeyi önemsedim ve bunu da o hocamdan (ismi Irene Gendzier) öğrendim. Elbette akademi ve siyaseti bir araya getiren en önemli kişi Edward Said’dir. Said benim tüm ufkumu çok etkilemiş bir isim. İkinci danışmanım olan ve Avrupa Çalışmaları yapan hocam Andrei Markovits’den de ders vermeyi öğrendim. Asistanlığını yaparken onunla birlikte tüm derslerine girerdim, sınav kâğıtlarını okurdum. Genç yaşımda derslerde onu dinleye dinleye, ona baka baka tarzından çok etkilenmiştim. Müthiş bir hocaydı, hayranlıkla izlerdim, çok iyi ders anlatırdı. Koskoca amfi de öğrencilerin dikkatini hiç kaybetmezdi. Profesyonelliği de ondan öğrendiğimi düşünüyorum. Boston’daki iki danışmanımdan da çok şey öğrendim. Bir de tabii Howard Zinn gibi efsane isimler hocam oldu. Howard Zinn dört yıl önce vefat ettiğinde onunla ilgili bir yazı yazmıştım.

Çalışmaları ile dünya çapında bilinen, son derece değerli kişiler hocan olmuş ve onlardan kariyerine ve hayata ilişkin epey kazanımın olmuş.

Evet, Howard Zinn de hayatımda çok etkili olmuş birisidir.  Onun da asistanlığını yapmıştım. Hatta bir dersine, İspanya iç savaşında savaşmış Abraham Lincoln Tugayı’nın hayatta kalan üyelerini bizimle sohbet etmek için getirmişti. Hayatımda bu kadar çılgın bir ders hatırlamıyorum. 1930’lı yıllar, 1937 yılında sanırım, Amerika’dan İspanya iç savaşına gitmiş kişilerdi bunlar. Hemingway de gidiyor hatta. Howard Zinn siyaseten çok aktif bir insandı. Üniversitede de dersler dışında siyasi konuşmalar yapardı. “A People's History of the United States” yani Amerika tarihini toplumdaki hareketlilikler açısından anlattığı çok önemli bir kitabı vardır. Amerika tarihi deyince konvansiyonel yaklaşımlar daha ziyade kurumları öne çıkarır. Mesela, parlamento, kongre nasıl gelişti, başkanlık sistemi nasıl gelişti vb. Oysa Zinn Amerika’daki toplumsal mücadelelerin tarihini yazdı.

Çok hoş bakış açısı bu.

Müthiş tabii, şimdi Amerika’da liselerde okutuluyor bu kitap. Çok önemli bir kitaptır, bana da imzalayarak hediye etmişti, benim için çok değerlidir. Hatta o hediye ettiğinde kitabın önemini anlamamıştım. Bana verirken öylesine “belki bir gün okursun” demişti. Teşekkür etmiştim ama sonradan anladım ki elimde bir hazine var, üstelik bir de kendisi imzalayıp vermişti bana. Neyse, işte Boston’da bunlar oldu.

Peki akademik çalışmaların 

Tutkuyla bağlı olduğum konulardan biri kadın konusudur. Danışmanlarımdan söz edince aklıma geldi. Bu kişiler hocam olmuş, o anlamda akıl hocam olmuş kişiler, ama tabii insanın hayatında bir de kahramanları var. Tarihte kadın kahramanların öne çıkarıldığı çalışmaları önemsedim hep. Mesela Türkiye’de yıllardır İpek Çalışlar bunu yapıyor. Halide kitabını yazdı, Latife’yi yazdı. Yaprak Zihnioğlu’nun Nezihe Muhiddin’le ilgili müthiş bir kitabı vardır ki ben dersimde kullanıyorum. Hep kadın kahramanları öne çıkarmayı, mümkün olduğunca derslerime de dahil etmeyi önemsedim. Kahramanlarım deyince mesela tarihte Lilith var. Bir inanışa göre Havva’dan önce olan bir kadın aslında Lilith.

Lilith’i bilmiyordum. 

Lilith söz dinlememiş, kendi bildiğini yapmış bir kadın. Havva eş durumunda yani Adem’in eşi. Lilith ise kendi başına buyruk bir kadın.

Peki, hangi öğretiye göre bu?

Bir Orta Çağ metni olan ve Musevi adetlerini etkileyen Ben Sıra alfabesinde var Lilith...Antik  Yunan’da ise Hipparchia isimli Kinik felsefeci bir kadın var ki bence çok önemli bir figür. Modern döneme gelirsek benim için Mary Wollstonecraft da çok önemli bir figür. Mary Wollstonecraft 1792’de Kadın Haklarının Savunusu’nu yayınlamış bir kadın. O dönemde liberal anarşist olarak bilinen William Godwin ile ilişkisi var ve ondan bir çocuğu oluyor. Ondan önce bir kızı daha olmuş. Evlilik dışı doğurduğu için toplum tarafından epeyce lanetlenmiş bir kadın. Godwin’den olan çocuğu ise Mary Shelley. Mary Shelley de Frankenstein kitabını yazıyor.

Evet, Frankenstein’ın yazarı.

Mary Wollstonecraft kızı Mary Shelley’i doğururken ölüyor, yani doğuruyor ondan sonra da hasta olup ölüyor. Mary Wollstonecraft içinde yaşadığı dönemin çok ilerisinde bir kadın ve belki de bu yüzden uyumsuzluk çekiyor, akıl sağlığı bozuluyor. Aynı şey Nezihe Muhiddin için de söz konusu. O da döneminin ilerisinde bir kadın; içinde bulunduğu dönemin kabul etmediği konuları ve değerleri dile getiren bir kadın. Yaprak Zihnioğlu’nun Nezihe Muhiddin ile ilgili kitabı çok hüzünlü biter, Nezihe Muhiddin Lape hastanesinde vefat eder. 

Wollstonecraft’in kızı Mary Shelley ise Frankenstein’ı yazıyor. Ben bir yazımda Frankenstein’i şöyle yorumlamıştım: Mary Shelley’nin annesi yok çünkü kendisini doğururken ölüyor. O da bence bu roman ile annelik üzerine düşünüyor. Bence Frankenstein annelik etmeye dair bir romandır. İnsanlar anneliği doğurmakla ilişkilendirirler. “Dokuz ay karnımda taşıdım” filan derler ya, bence hiç ilgisi yok. Ben de doğum yapmış bir anne olarak konuşuyorum, bence annelik asıl olarak doğurduktan sonra başlıyor. Ben Frankenstein’ı öyle okumuştum. Yani doktor o canavarı doğuruyor ama onu eğitmiyor, ona bir şey öğretmiyor ve o nedenle de yarattığı varlık bir canavara dönüşüyor. Yani doğurup bırakırsan olmuyor, senin emek vermen, yetiştirmen gerekiyor.

Önemli bir saptama.

Hakikaten annelik, babalık doğduktan sonraya ait, ondan sonraki emekle ilgili bir şey bence. Ben öyle görüyorum. Ben oğluma çok düşkünümdür. Bana nesin diye sorsan ilk cevabım “anneyim” olur.

Sonra eğitmen, sonra siyaset bilimci.

O ikisi birlikte geliyor herhalde…

Devam edecek…