Önce İnsan

Üstün Ergüder: “Benim için akıllı insan mantığını, aklını kullanan biridir, ama daha akıllısı başkalarını dinleyerek onların akıllarından yararlanıp üstüne bir şey koyan birisidir. Onun için diyalog şarttır, takımla uyum şarttır.”


“Birtakım mesleki, siyasi hırsların, dini ve etnik aidiyetlerin insan ilişkilerinin önüne geçmesine hiç müsaade etmem.  İnsan benim için çok kutsaldır.”

2014-2015 akademik yılının ilk Çarşamba Sohbetleri’nin konuğu Üstün Ergüder. Üstün Bey elli yılı aşan kariyerinde önemli çalışmalara imza atmış, ülkemizde ve dünyada özellikle eğitim dünyasının, akademik çevrelerin çok iyi tanıdığı bir isim. Şerif Mardin ve kurucu rektörümüz Tosun Terzioğlu ile birlikte Sabancı Üniversitesinin ilk üç Emeritus öğretim üyesinden biri. 1992-2000 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesinin iki dönem rektörlüğünü yapan Üstün Bey Sabancı Üniversitesi’nde özgün bir yapıya sahip olan İstanbul Politikalar Merkezi İPM’nin kurucu direktörlüğünü yaptı. Merkezi Bologna'da bulunan Yükseköğretim Kurumsal Özerklik ve Akademik Özgürlük İzleme Merkezi (Magna Charta Observatory) konsey üyeliği ve başkanlığını yaptı. Bu göreve getirilen ilk Türk akademisyen oldu. 

Yaptığı çalışmaları bu söyleşinin çeşitli bölümlerinde zaten okuyacaksınız fakat asıl vurgulamak istediğim Üstün Beyin kişilik özelliği. Sabancı Üniversitesine başladığı 2001 yılından beri kendisini tanıyorum, İPM ve Eğitim Reformu Girişimi (ERG)’nin birçok işinde birlikte çalıştık. Onüç yılı bulan bu süreye ilişkin aklımda kalan, Üstün Beyin olaylara hep olumlu tarafından bakması, her zaman yapıcı olması, çevresindeki tüm insanlara saçtığı bilinçli iyimserlik, güven duygusu, hangi yaşta ve unvanda olursa olsun herkesin uzmanlığına, tecrübesine, görüşüne saygı göstermesi, değer vermesi ve dikkate almasıdır. Yıllarca ERG’de kurduğu ekibi izleme fırsatım oldu, iyi eğitimli, gencecik insanların onun yanında yaptıkları işin kıymetinin bilineceğinden emin, görüşlerini savunurken duydukları güven Üstün Beyin gözlerinin içi gülerek çevresine yaydığı enerjinin sonucudur.  

Ekibinizdeki herkes sizden sevgi ve saygı ile söz ediyor. Hiç kimse sizinle ilgili olumsuz bir yorumda bulunmuyor.  ERG’de çok genç bir ekip ile çalışıyorsunuz, insanları yönetmenizden söz etsek.

Hayatta hep şuna inanmışımdır: Aksi ispat edilmedikçe herkes iyi niyetle iş yapar. Herkes bir yere gitmek, bir şey başarmak ister. Hiç kimse gerilemek ya da kötü iş yapmak için orada değildir. O nedenle insanların önünün açılması gerektiğine inanıyorum. Ayrıca da insanların birbirlerinden çok şey öğrenebileceklerine inanıyorum. Benim için akıllı insan mantığını, aklını kullanan biridir, ama daha akıllısı başkalarını dinleyerek onların akıllarından yararlanıp üstüne bir şey koyan birisidir. Onun için diyalog şarttır, takımla uyum şarttır. Boğaziçi Üniversitesinde rektörlük yaparken bu inançlarım, pekişti, güçlendi. 1992 yılında Rektör olduktan sonra baktım yapılacak dağ gibi iş var. Ancak bir takım ruhu yaratabilirsek bu kadar çok işin altından kalkabiliriz diye düşündüm. Beraber düşünen ve hareket edebilen çok kaliteli insanlardan oluşan bir grup yaratabilirsem çok yol alırız diye karar verdim. Bu nedenle çok yetkin ve kaliteli atamalar yapmam gerekirdi Mesela rektör yardımcılarımın hepsi rektör adayıydı, seçimlerde rakiplerimdi. Her biri çok başarılı rektör olabilecek kimselerdi. Önemli olan onlarla beraber bir takım ruhu içinde çalışabilmekti. Bunu da başardığımı düşünüyorum. Nasıl oldu bu? Yetki dağıtarak, onları organize ederek, sorumluluğu üzerime alıp ama yetkileri onlara vererek o şekilde bir çalışma sistemi oluşturduk. Sonra bu yaklaşımı ERG’de, İstanbul Politikalar Merkezinde tatbik etmeye uğraştım. Çok ta faydasını gördüm, 77 yaşına geldim bana bu yaklaşımın, yani insanlara güvenmenin, hiç zararını gördün mü derseniz? Valla hatırlamıyorum bile, bu kadar senedir bu işi yapıyorum belki 1-2 defa olmuştur ama onlar da unuttuğum hadiseler, hiçbir zararını görmedim, hep kazandım. Hele Türkiye gibi bir yerde bu çok önemli bir şey. Çünkü Türkiye hep şüpheler üzerine kurulu, insanları birbirlerinden şüphelenen bir ülke. Birbirimizi görünce seni çok seviyorum der, sarılırız, öpüşürüz ama eninde sonunda da hep bir tedirginlik vardır, herkes beraber çalışmayı bilmez, birbirine güvenmez. Türkiye gibi bir yerde eğer güven yaratabiliyorsan bu bulunmayan bir şey olduğu için sonucunu çok güzel alıyorsun. Yani insanlar onlara güvendiğini hissedelerse olmayan bir şey verdiğin için beklenenden çok fazlasını sana veriyorlar.

Evet.

Bu paradan da güçlü, her şeyden güçlü bence. O şekilde çok yol alabiliyorsun. Benim hayat tecrübem bu. Nüfusu genç olan ülkemizde gençlerle çalışabilmek de çok önemli. Gençlerle çalışmayı rektörlükte öğrendim diyemem, gençlerle iş yapmayı hoca olarak öğrendim. Boğaziçi Üniversitesine ilk geldiğim sene siyaset bilimine giriş dersim vardı. Bu dersteki öğrenci ile aramda yalnızca on iki yaş fark vardı. Yıllar geçtikçe o yaş farkı giderek açıldı. İlk günlerde benden on iki yaş küçük olan o ilk örencilerim benimle birlikte yaşlandılar.  Kuşak olarak aramızda pek fazla fark kalmadı. Ama siyaset bilimine giriş dersindeki öğrenciler 20 yaş civarında kaldılar. Giderek benden çok daha genç kuşaklara ders anlatmaya başlamıştım.  O dersi iyi vermek için de o gençleri anlamanız, kullandıkları dili ve terimleri öğrenmeniz, onlar gibi dünyaya bakmayı öğrenmeniz gerekiyor.  Sanırım bu deneyim beni ERG’de gençlerle birlikte çalışmaya hazırladı. 

Evet, tek doğru tek bilgi diye bir şey yok yani bir kişi en iyisini bilir, en doğrusunu bilir demek doğru değil.

Bence öğretim üyeliği devamlı öğrenmek demektir, kafanı, radarlarını devamlı açık tutmak demektir.  Bu yalnız araştırma yapmak ve okumakla olmaz. Meslektaşlarından ve öğrencilerinde de öğrenmen gerekir.  Bu nedenledir ki üniversitelerde hem iyi akademik kadro hem de iyi öğrenci çok önemlidir. Örnek vereyim. Bugünkü başbakanımız Ahmet Davutoğlu öğrencimdi; benden hem lisans hem de lisansüstü düzeyde bir kaç ders aldı. Tez danışmanlarından biriydim. Kendisinden İslam siyasi felsefesi hakkında çok şey öğrendiğimi hatırlıyorum. 

İyi lider olmanın özelliklerinden biri bu sanırım.

Ben Türkiye’de insanlara insan gibi muamele etmeyi çok geçerli bir metot olarak görüyorum. Örneklerle anlatmaya çalışayım. Bana arkadaşlarım, değişik kimseler, Boğaziçi kampüsü senin zamanında çok temizdi derler. Şimdi geriye dönüp ne yaptım diye düşünüyorum. Her gün gidip insanların başında boza pişirmiyordum. “Çöp atmak yasaktır” diye plaketler asmıyorduk etrafa. Ama, çöpsüz bir dünyada hayat daha güzeldir gibi duyurular çıkartıyorduk. “Yasaktır” lafını hiç kullanmıyorduk.  Kampüsteki meydanları temizleyen meydancılar,  binalara bakan idari personel vardır. Onların başında boza pişirip burası niye pis, alın bu adamı görevden gibi davranışlar içinde hiçbir zaman bulunmadım. Onun yerine gidip o insanlarla hürmet eden bir şekilde konuşuyordum. Meydanı temizleyen arkadaşların bir çayını içip, konuşup onların benim temizlik hastası olduğumu bilmelerini sağlıyordum. Yaptığım başka bir şey yoktu. Yürüdüğüm bir yerde çöp görürsem gocunmadan alır ve çöpe atardım. Hatta komik bir hadise oldu bir gün, bir kızcağızla, bir oğlan kampüsün Boğaz manzarası enfes bir köşesinde çimler üzerine oturmuşlar. Birbirleri ile çok meşguller.  Yanlarında da kumpir, kahve bardakları falan var, çimin üstünde duruyor. Epeyce pis ve dağınık bir görüntü. Oğlanın sırtına hafifçe değdim, başını kaldırıp geriye baktı. İşiniz bitince sonra bunları çöpe atmayı unutmayın dedim. Tabii, bunun dedikodusu yayılıyor adam temizlik hastası diye. İnsanlara iyi davranıyorsan, iyi konuşuyorsan yani hürmet ediyorsan sonuç almak daha kolay oluyor.

Evet, korku ile ezerek yönetmek liderlik etmek değil de, sevgi, saygı anlayışla. 

Bir de yaptığım en iyi işlerden biri Boğaziçi kampüsünde çok dolaşmaktı. Kimse benim ne zaman hangi saatte, hangi kapıdan gireceğimi bilemezdi. Zaten ben de bilmez, nereye gideceğimi son anda karar verirdim. O zaman bu adam buradan da geçer, buradan da, en ücra köşeden bile birden çıkabilir diye düşünülürdü. Gündüz rektörlükte oturmazdım hep dolaşırdım. Binalara gider onunla, bununla konuşurdum, bölümlere, laboratuvarlara gider ve ne oluyor ne yapıyorsunuz diye herkesle sohbet ederdim. 

Ortalıkta dolaşmanın çok faydası vardı değil mi?

Her dakika etrafta olacaksın, bu adam her yerde dolanıyor diyecekler. Amerikalılar başarılı iş yapmanın yarısı “being there”, yani orada olmaktır derler.  Çok doğrudur,

Sabancı Üniversitesi ile ilk tanışmanız nasıl oldu?

Sabancı Üniversitesi’yle tanışıklığım arama konferansları vesilesiyle başlamıştı. İlk arama konferansı Durusu’da Robert Kolej’den tanıdığım Ali Üstay’ın sahibi olduğu Durusu Park Oteli’nde 18-20 Ağustos 1995 tarihlerinde yapıldı. Bir hafta sonuydu. Ben de davetliydim. Bundan önce 1992 yılında, rektörlüğümün ilk aylarında rahmetli Sakıp Sabancı, eski mezunlarımızdan Güler Sabancı ile birlikte beni ziyaret etmişlerdi. Üniversite kurmayı düşünüyor, yükseköğretime yatırım yapmak istiyorlardı. Yapacakları yatırımları Boğaziçi Üniversitesine yönlendirmeye çalışmıştım. Onlarsa düşünüp taşınıp eninde sonunda Sabancı Üniversitesi’ni kurmaya karar vermişlerdi.

Durusu’da gerçekleştirilen ve iki gün süren konferans ilginç olduğu kadar öğretici de bir buluşmaydı. Yeni ve yenilikçi olması arzulanan bir üniversitenin temelleri atılıyordu. Dünyanın dört bir tarafından akademisyenler, iş adamları, sivil toplum yöneticileri Durusu’ya gelmişlerdi. Şerif Mardin, Nur Yalman, Işık İnselbağ, Ahmet Aykaç, Nilüfer Göle, Bülent Eczacıbaşı, Kemal Gürüz, Kemal Derviş, Ahmet Evin, Banu Onaral, Muhittin Oral, Soli Özel, Ömer Saatçioğlu, Nakiye Boyacıgiller, hatırlayabildiğim tanıdıklarım ve arkadaşlarım. Katılanların içinde daha birçok tanınmış insan bulunuyordu. Arama konferansları daha sonra da devam etti. Her ne kadar süreci uzaktan izlediysem de aktif olarak dahil olamayacağım için sonraki toplantılara katılmadımGelişmelerle ilgili notları bana gönderiyorlar, arada bir neler olup bittiğinden beni haberdar ediyorlardı. Gelen notlara verdiğim yanıtlar dışında Sabancı Üniversitesi kurulana kadar süreçle pek ilişkim olmadı. 

Siz aslında üniversitenin sisteminin iskeleti oluşturulurken dolaylı da olsa sürece dahil olmuşsunuz. Peki daha sonra neler oldu?

Sonraki ilişkim Tosun Terzioğlu’nun kuruluş yıllarında Sabancı Üniversitesi’ne rektör olmasıyla devam etti. Orhanlı-Tuzla kampüsü devreye girmeden evvel üniversite Karaköy’de Minerva Han’daydı. Bu arada kampüs inşaatı da başlamıştı. Tosun’un evi de Boğaziçi Üniversitesi’ne yakındı. Bana da, rektörlüğe, arada bir uğrardı. Üniversiteler arası işbirliğine çok inanan birisiyim. Hep bazı bölümlerimizin diğer üniversitelerdeki bölümlerle ortak programlar geliştirmelerini isterdim. Tosun’un Sabancı Üniversitesi’nin kuruluş yıllarında bana yaptığı ziyaretlerde bu tür işbirliği konularını konuşurduk. Hatta Tosun’un kafasında, Boğaziçi, Koç, Bilgi ve Sabancı Üniversiteleri matematik bölümlerinin işbirliği çerçevesinde öğrencilerin derslerini değişik üniversitelerde alabilmelerini sağlayacak somut bir proje de vardı.

Sabancı Üniversitesi’nin kuruluş aşamasında beni heyecanlandıran diğer bir olay Üniversitelerarası Kurul’a onay için sunulan akademik yapısıydı. Kanımca bu yapıyla önemli bir inovasyon yapılıyor ve 1982’de YÖK tarafından gerçekleştirilen tek tip akademik yapıda önemli bir rahne açılmış oluyordu. Bu da benim hoşuma gidiyordu. Üniversitelerin akademik yapılarını ve programlarını tespit etmekte kurumsal özerkliğe sahip olmaları çok önem verdiğim bir ilkedir. Üniversite demek çeşitlilik demektir, aykırıyı düşünebilmek, yükseköğretim hayatına yenilik getirebilmek demektir. Tek tip akademik yapılanmada ısrar etmenin, yükseköğretim hayatımız için hiçbir faydası yok. Birilerinin yeni yapılarla, disiplinlerarası tasarımlarla deneyim yapması herkesin yararına. Sabancı Üniversitesi’nde geliştirilen akademik yapı başarılı olursa benzer modelleri başka kurumlar da uygulayabilir veyahut kendi tasarımlarını geliştirebilirlerdi. Böyle bir kurumsal özerklikten yükseköğretim hayatımızın kazançlı çıkacağına kuvvetle inanıyordum.

Sabancı Üniversitesi’nin, bölümlerin bulunmadığı akademik yapısı ve disiplinlerarası programları incelenmek üzere Üniversitelerarası Kurul komisyonlarına (ÜAK) havale edilmişti. Ben ise ÜAK Sosyal Bilimler Komisyonu başkanıydım. Komisyon İktisadi ve İdari Bilimler ile Fen-Edebiyat Fakülteleri dekanlarından oluşuyor ve ÜAK’a sosyal bilimler ile ilgili program tekliflerini inceleyip önerilerde bulunuyordu. Sabancı Üniversitesi’nin sosyal bilimler yapılanma teklifi bu şekilde önüme geldi. Mühendislik ve Fen yapılanması ise ODTÜ Rektörü Süha Sevük’ün önüne gitmişti. Süha, Fen ve Mühendislik Komisyonu başkanıydı. Her iki komisyondan da Sabancı Üniversitesi’nin yapılanması hakkında olumlu görüş çıktı. Sabancı Üniversitesi için önerilen yapı özellikle beni heyecanlandırmıştı çünkü bana 1970’li yılların Boğaziçi Üniversitesi’ni ve disiplinlerarası karakterli Sosyal Bilimler Bölümü’nü hatırlatıyordu. Ayrıca YÖK’ün tek tip sisteminde böyle bir delik açılması beni sevindirmiş, önerinin sonuna kadar desteklenmesi konusundaki görüşümü pekiştirmişti.

Sabancı Üniversitesi’nin akademik yapılanması Üniversitelerarası Kurul’da tartışıldı ve komisyonların görüşleri doğrultusunda kabul edildi. Ancak, tartışmalar garibime gitmişti. Birçok Kurul üyesi arkadaşım bunu bir fırsat olarak görmemiş, bizde yoksa onlarda da olmasın yaklaşımıyla olumsuz bir tutum içine girmişlerdi. Düğümü çözen YÖK Başkanı Kemal Gürüz oldu. Onun desteğiyle Sabancı Üniversitesi’nin teklifi ÜAK’den geçerek kabul edildi. 

Genel olarak öncelikleriniz nedir? 

Bence insani ilişkiler önemlidir. Birtakım mesleki, siyasi hırsların, dini ve etnik aidiyetlerin insan ilişkilerinin önüne geçmesine hiç müsaade etmem.  İnsan benim için çok kutsaldır. 

Ailenizden söz etsek. Çocukluğunuz nerede geçti? Nerelisiniz?

Babam çok başarılı bir doktor-cerrahtı. Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ndeydi. Ankara’da büyüdüm ben. Ama Ankara’da ne zamana kadar büyüdüm? 1948 yılına kadar. O yıl, Sarar ilkokulunu bitirdikten sonra İstanbul’a Robert Kolej’e geldim, ama ailem hep Ankara’daydı. 1957’de mezun olduktan sonra lisans için İngiltere’ye Manchester  Üniversitesine gittim, oradan da doktora için Amerika’ya. Ailem Ankara’da olduğu için bir ayağım Ankara’daydı ama bana “Ankaralı” demek güç. Zaten annem ve babam 1984’te İstanbul’a taşındılar. Aslında bana İstanbul Bebek’li demek daha doğru. Sabancı Üniversitesine gelene kadar bütün hayatım Bebek, Arnavutköy, Etiler civarında  geçti. Karaköy’ü yeni yeni keşfetmeye başladım. Orhanlı-Tuzla’da öyle. Karaköy’ü, Beyoğlu’nu pek bilmezdim.  Robert Kolej’de öğrenciyken Beyoğlu’na sinemaya giderdik, o kadar. İstanbul’u şimdi öğreniyorum ve büyük zevk alıyorum şehir içinde dolaşmaktan, yürümekten, toplu taşıma araçlarına binmekten.

Beni Robert Kolej’e gönderen, İngiltere’de tahsile gitmemi ısrar eden babamdır. Bir kız kardeşim var.  İki evliliğim oldu. İlk hanımım Tina, İsviçreliydi.  Amerika’da birlikte olduk. 1962’nin yazı İstanbul’da tanıştık, ABD’ye giderken,  gidiyorum, gelir misin dedim, geldi, doğru dürüst ortak lisanımız bile yoktu. Kısa bir süre sonra da büyük kızım oldu. Anneannemin adını verdik, Faika çok başarılı iş kadınıdır. Yorum Ajansın direktörü, CEO’su. İkinci evliliğim Rukiye’yle. Rukiye benim öğrencimdi, tam mezun olurken evlendik, ondan da ikinci kızım Canan var. Canan tiyatrocudur. Şu anda dizi oyunculuğu yapıyor. Kızlarımın ikisi de kendi başlarına buyruk, şahsiyeti, kişilikleri olan çocuklar. Rukiye’yle kırk yıldır evliyiz. İlk evliliğim de on yıl sürmüştü, yarım asırdır evliyim. 

Kız babası olmak bambaşka bir şey değil mi? 

Ben hep kız istedim, çocuklarım kız oldu. Kaç çocuğun var derlerse, 1+1 diyorum. Faika’dan iki torunum var. Faika 50 yaşında oldu, Canan 38 yaşında. Torunlarımın biri kız diğeri erkek. Cengiz 26, Melis 22 yaşında. 

Mesleğinizi bilinçli mi seçtiniz?

Hayır, bilinçli seçmedim mesleğimi. Hikayesini anlatabilirim istersen. 

Evet, lütfen. Eminim enteresan bir hikayedir.  

Benim aslında akademik kariyer haritamda yoktu. İngiltere’ye giderken dönü Dışişlerine girmeyi düşünüyordum. İngiltere'de okurken ilgi duymaya başladım sosyal bilimlere, tarihe, siyaset felsefesine. Çok iyi hocalarım oldu İngiltere’de. 1961 senesinde Ankara’ya döndüm. Ankara’da Dışişleri’ne girmek için teşebbüste bulundum. O zamanlar ya İstanbul’da özel sektöre girersin, veyahut ta Ankara’da devlet için çalışacaksan tercih Dışişleri olurdu. Neyse, Dışişleri sınavına girdim gelir gelmez, beni medeni hukuktan çaktırdılar, ama İngilizceden birinci oldum, 1961’in Ekim, Kasım aylarında sınavın bir daha açılacağını ilan ettiler. Ben o arada boş kalmamak için gittim Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde İdari Bilimler fakültesinde asistan olarak çalışmaya başladım.  Akademik hayatı ODTÜ’de tanımaya başladım. Ancak Dışişleri gündemimden düşmemişti.  Yavaş, yavaş İngiltere’ye dönüp doktora yapmak bana çekici gelmeye başlamıştı.  ODTÜ’de işe başladığım aynı gün rahmetli Arif Payaslıoğlu’da  İdari Bilimlerin Dekanı olarak göreve başlamıştı. Arif beyle ilk konuşmamda bana “sen buraya Amerika’ya gitmek için girdiysen, unut onu seni göndermeyeceğiz” dedi. Niye dedim. Sen İngiltere’de okumuşsun. Türkiye’yi tanımana ihtiyaç var.  Doktoranı Siyasal Bilgiler Fakültesinde yap dedi. Garibime gitti.  Sanki İngiltere’de okumuş olmak bir suçmuş gibi davrandı.  Bir taraftan da hak verdim. Türkiye’yi daha iyi tanımama fırsat olur Ankara Üniversitesinde doktora yapmak diye düşündüm. Gittim Siyasal Bilgiler Fakültesine kaydımı yaptırdım ama program aksıyordu. Hocalar derslere düzenli gelmiyordu.

Nasıl yani?

Gidiyorsun, bugün yok hoca diyorlar, geri dönüyorsun. 

Dersler zaten haftada bir var. Bir tek Nermin Abadan Unat derslerine devamlı hiç sektirmeden geliyordu. Bir de Mehmet Gönlübol. Bir süre sonra tedirgin olmaya başladım.  ODTÜ’deki diğer arkadaşlar doktora için ABD’ye Cornell Üniversitesine gidiyorlar, ben ise ağır aksak yürüyen bir programla boğuşmak durumunda kalıyordum. Tam o sırada da Robert Kolej Yüksek, Rockefeller Vakfının burslarını duyuruyordu.  Amaç okula öğretim üyesi yetiştirmekti. Benim de eski okulum, o nedenle ilgilendim ve başvurdum.  Jüride siyaset bilimci Kemal Karpat vardı. Bursu bir şartla vereceklerini söyledi: Doktorayı ABD’de yapmak.  Ben İngiltere’ye gitmek istediğim söylemiştim.  Gerekçesi bana da mantıklı gelmişti: “İngiltere’de okumuşsun, değişik bir tecrüben olsun. Sosyal bilimler için bu çok önemli” demişti. Tamam dedim ve bursu kazandım. Onun üzerine gittim Arif beye “ beni Amerika’ya gönderecek misiniz” diye sordum.  Yanıtı hayır oldu ben de bunun üzerine ODTÜ’den istifa edip Robert Kolej bursuyla ABD’ye gittim.  Boğaziçi Üniversitesi maceram böyle başlamış oldu. Her halde ODTÜ’de kalsam rektör olamazdım.

Evet, gerçekten öyle. 

Bu arada Dışişleri bir sınav daha açtı, tam ben artık Amerika’ya gitmeyi düşünürken. O sınava da girdim. Bu sefer İngilizceden başarısız olmuşum.  Her halde bir kaç ayda İngilizcem çok gerilemişti!!!  Bu olay beni Dışişlerinden tamamen soğuttu.  Akademik kariyer önümde tek hedef olarak kaldı. 

Çok kritik bir şey olmuş. 

Tabii tabii, yani orada o dönemeç noktası oldu benim için, ondan sonra bir daha da arkama bakmadım, Dışişleri’ni de unuttum.

Enteresan bir öykü. 

Öykünün asıl enteresan tarafı, seneler sonra, sene 1991, Nermin Abadan Unat emekli oldu siyasal bilgilerden ve bizim Bölüme gelmek istedi.  Bazı arkadaşlar pek sıcak bakmıyorlardı. 

İtiş kakış mı var?

İstemiyorlardı, geçimsiz diyenler oluyordu.  Ben Bölüm Başkanıydım ve çok ısrar ettim ve sonunda Nermin hanım öğretim üyemiz oldu.

Siz rektör değildiniz…

Değilim o arada, bölüm başkanıyım, ama 3-4 ay sonra da rektör oldum. Nermin hanımı Bölüm’e almak için çok uğraştım. 1961-62 akademik yılında Ankara’da Siyasal Bilgiler’de doktora programına devam ederken disiplini, mesleğine bağlılığı ile beni çok etkilemişti. 

30 yıl önceki disiplin ve mesleki sorumluluk duygusu ile değil mi?

Evet, 30 sene evvel beni çok etkilemişti. Nermin Hanım şu anda 92 yaşında 5 kat yukarı çıkıyor ders veriyor. Öğrencileri etrafında pervane.  Bölümde çok seviliyor.

Devam edecek…