Sabancı Üniversitesi Bilgisayar Bilimi ve Mühendisliği Programı 2. sınıf öğrencisi Boğaçhan Arslan, kar amacı gütmeyen Danimarka merkezli Young Global Pioneers (YGP) organizasyonun Afrika'da gerçekleştirdiği Global Talent Network kampında Sabancı Üniversitesi’ni temsil etti.
Brezilya, Kanada, Çin, Danimarka, Almanya, Kazakistan, Kenya, Nepal, Puerto Rico, Rusya, İsviçre, Tanzanya, Amerika, Ukrayna, Vietnam ve Türkiye olmak üzere toplam 16 farklı ülkeden 22 öğrencinin katıldığı Young Global Pioneers Global Talent Network kampı 29 Temmuz - 19 Ağustos 2019 tarihleri arasında Tanzanya’da gerçekleşti.
Dünya’nın farklı yerlerinden 19-25 yaş arasındaki genç yetenekleri bir araya getiren Young Global Pioneers Global Talent Network’te her yıl katılımcılar, yerel üniversite ve işletmeleri ziyaret ettikleri, yerel girişimciler ile biraraya gelip, bölgenin sanat ve müziğini deneyimleme şansı yakadıkları, tarihi yerleri gezip Sivil Toplum Kuruluşları ile birebir çalışma fırsatı buldukları 3 haftalık bir Öğrenme Yolculuğu’na çıkıyor.
Öğrencimiz Boğaçhan Arslan Global Pioneers ile gerçekleştirdiği üç haftalık Öğrenme Yolculuğu’nu ve deneyimlerini gazeteSU okuyucuları ile paylaştı:
Young Global Pioneers ile Öğrenme Yolculuğu
BoğaçhanArslan
Günlük hayatta adını nadiren duyduğum, meçhul bir ülkede 3 hafta geçirme fikri başta fazlasıyla cazip, fakat bir o kadar da göz korkutucuydu. Kültürü, gelenek ve görenekleri ve içerisinde barındırdığı farklı hayat tarzları hakkında oldukça kısıtlı bir bilgiye sahip olarak bu maceranın adından da anlaşıldığı gibi aydınlatıcı bir ‘Öğrenme Yolculuğu’ olacağı belliydi, fakat bu aynı zamanda konfor alanından uzaklaşmak anlamına da geliyordu. Şanslıydım ki, Tanzanya’nın türlü zenginliklerle dolu topraklarına adım atar atmaz, oranın toplumunun bir parçası gibi hissetmeye başlıyordum. Kısa sürede, Young Global Pioneers programının sunduğu kültürel öğrenme olanakları, ülkenin akademisyen ve sosyal girişimcileri ile tanışma veya kabileler gibi farklı yerel gruplar ile etkileşme fırsatları sayesinde ülkeye yönelik istemsizce oluşmuş önyargılarımdan arınmıştım.
Tüm öğrendiklerim ve biriktirdiğim tecrübelerden önce, programın üstüne kurulduğu değerleri ve yaklaşımları da barındıran ortaya çıkma hikayesini anlatmak isterim.
YGP’nin kurucusu Birgitte Hageman Snabe’in kocası Jim Hagemann Snabe, Siemens ve Maersk adlı iki meşhur global firmanın yönetim kurulu başkanı, ve program süresince kişisel olarak tanışma şansı edindiğimiz ilham veren mentorlarımızdan birisi. Kariyerinin zirvesindeyken Jim benzersiz bir işletme eğitim programına katılır. Program katılımcıları gün içerisinde bulundukları lokasyondaki en prestijsiz ve gelişmemiş bölgelere götürür ve oradaki topluluklarla çeşitli çalışmalar yaptırır. Geceleri ise tam tersine o şehrin en lüks restoranlarına, galalarına katılırlar. Birgitte’yi alıntılamak gerekirse bu deneyim Jim için inişli çıkışlı bir duygu seli olmuştur. Nihayetinde bu program onun ve Birgitte’nin eforlarıyla ortaya çıkan YGP için bir ilham kaynağı olur. Jim’in programında olduğu gibi çifte standart vakalarının bir arada tecrübe edilmesi “Öğrenim Yolculuğu”muzun bizi daha iyi öğrenmeye, sıkı çalışmaya ve kendi topluluklarımız adına daha fazlasını yapmaya iten ana etkenlerinden biriydi.
Bir başka etken ise programın karşılıklı etkileşim ve “göz-hizası” öğrenim modeline ağırlık vermesiydi. Çoğu günün sabahında çeşitli konularda dersler görüyor, öğleden sonraları ise öğrendiklerimizi ilk elden deneyimlemek adına geziler veya aktivitelere katılıyorduk. Örneğin, ilk hafta Arusha aslı şehirde Tanzanya’nın yerel dili Swahili’yi öğrenmek için ders alıyor, daha sonrasında ise alıştırma yapmak ve Swahili dilinde pazarlık yapmak için pazara gönderiliyorduk. Döndüğümüzde ise bazı yerel yemekleri ve tatlıları pişirmeyi öğrenmiştik.
Bir başka örnek ise kabile ziyaretlerimiz olabilir. Günün sabahında insan hakları, kabile yaşantısı ve kadınların sünnet edilmesi ile ilgili ders görüp, daha sonra Doğu Afrika’nın en ünlü ve kalabalık kabilelerinden olan Masaii Kabilesi’ni ziyarete gittik. Sabahki hocamız bizi kabilenin kızlarından oluşan bir kilise korosu ile tanıştırmıştı. Koronun kuruluş amacı, Masaii ve diğer kabilelere şarkılar ve tiyatrolar aracılığıyla kızların da okuma hakkına sahip olduğunu aşılamaktı. Koro ile tanışıp beraber şarkı söyledikten sonra kabileden insanlarla onların din, evlilik ve toplu yaşama bakış açıları hakkında konuşma fırsatı yakaladık. Oldukça aydınlatıcı bir diyalog oldu zira “kabile” kelimesi aslında sıkça negatif kalıp yargılarla örtüştürdüğümüz mental bir damga. Buna karşılık onların kendi yaşayış biçimlerini ve kurallarını mantıksal işlev ve amaçlar üzerine kurduklarını görmek ilham vericiydi. Buna iyi bir örnek olarak çokeşliliği destekleme nedenleri verilebilir. Konuyu açtığımızda popülasyonlarındaki kadın erkek oranı eşitsizliği sebebiyle bu şekilde yaşadıklarını, kadınlar fiziksel işlerle ve erkekler ise güvenlik, para ve yaşamsal ürün sağlamakla yükümlü olduğundan her kadının evinin ihtiyaçlarını karşılayacak bir erkek olduğundan emin olmak istediklerini izah ettiler. İnsanlık hali ya, genelde bazı davranışlar bütününü ‘medeniyetsizlik’ ile ilişkilendirmekte aceleci davranıyoruz fakat durup arkasında yatıyor olabilecek sebepleri düşünmüyoruz.
Tüm yolculuk boyunca öğrenimlerimiz güncel küresel sorunlar ve sürdürülebilir kalkınma hedefleri etrafında şekilleniyordu. Döngüsel ekonomi, yenilikçi altyapı tasarımı ve sürdürülebilir şehir ve toplum planlaması üzerine aldığımız dersler bizleri küresel vatandaş gibi düşünmek ve eyleme geçmeye teşvik ediyordu. Kendi içimizden gelecek bu motivasyonu yaratmak için deneyim kazanmak programın temel amaçlarındandı. Misal, Tanzanya’nın yabani hayatı hakkında coğrafi ve biyoekolojik bilgilendirmeye tabi olduktan sonra Ngorongoro Koruma Alanı’nda keyifli bir safari yolculuğuna çıkarılmıştık. Gerek hayvanların maruz kaldığı şiddet veya yaşam alanlarının bozulmasına, gerek insanlığın teknolojik ilerleme ve güvenlik ihtiyaçlarına karşılık soyu tükenen türlerinin sayısındaki artışa gerek de besin zincirine yönelik aydınlatıcı tartışmalar bize insan ve doğa arasındaki hassas dengenin korunumunun ne kadar önemli olduğunu bir kez daha vurguladı. Aslanları, filleri, bufaloları ve daha nicelerini doğal habitatlarında görebilmek bu dengeyi korumada bize düşen sorumlulukları yeniden hatırlattı.
İkinci hafta Zanzibar’da kalıyorduk. Burada Zanzibar Üniversitesi’ni ziyaret edip mercan resifleri ve mangrov ekosistemleri hakkında bir derse katıldık. Bir sonraki gün ise program bizi bu ekosistemleri ilk elden tecrübe edinmemiz için şnorkel turuna götürdü. Resiflerde balıklarla dalmak ve mangrovların çamursu toprağında yürümek derste öğrendiklerimizi canlı ve unutulmaz bir deneyime çevirmişti. Fakat turizm endüstrisinin bu gibi ekosistemleri nasıl yıprattığını öğrenmek bir o kadar üzücüydü.
Daha sonraki 3 gün Zanzibar S.O.S. Village’de kalmak için bavullarımızı topladık. S.O.S. köyleri savaş alanları veya riskli bölgelerdeki yetim kalmış çocukları “evlat edinen” ve onları eğitimlerini tamamlayana veya kariyerlerinde ilerleyene kadar kendi alanına sahip bir köyde birer aileye atayan bir sivil toplum örgütü. Daha önce hiç duymadığıma şaşırdığım bu örgüt 150’den fazla ülkede aktif olarak çalışmakta. Türkiye’de ise Bolluca’da açılmış fakat yasal düzenlemeler dolayısıyla ülkeden 2011’de çekilmek zorunda kalmış. Köye yerleştiğimizde oradaki çocuklarla çeşitli fiziksel ve zihinsel aktiviteler ve oyunlarla etkileşime geçmiş, kültürlerini deneyimlemiş (itiraf etmeliyim ki yemekleri elle yemeye alışmak hiç kolay değildi), ve dinler arası diyalog çalışmaları yapmıştık. İlginç bir gözlemim dinin farklı yerlerde nasıl farklı tasvir edildiği ve uygulandığıydı, yalnızca Zanzibar içerisinde dahi. Bazı kadınlar sosyal uyum veya alışkanlık sebebiyle başörtü kullanıyordu, bazıları ise İslam’ın kesin gerekliliklerinden biri olarak görüyordu başörtüyü. Zanzibar Üniversitesi’nde, ki bu üniversite Suudi Arabistan tarafından finanse edilen bir kurumdu, bazı banklar yalnızca kızlar veya erkeklerin kullanımı için işaretlenmişti, fakat adanın diğer bölümlerinde kadın erkeğin bir arada bulunması herhangi bir sorun teşkil etmiyordu.
Son haftamız ise ülkenin eski başkenti olan Darüsselam’da geçti. Burada COWI adlı danışmanlık şirketinden ülkenin mevcut ve gelecek alt yapılandırma projeleri, Danimarka konsolosluğundan uluslararası bürokrasinin bir ülkenin gelişim ve kalkınmasındaki rolü ve Vodacom’dan (Vodafone Tanzanya) M-pesa projesi ile ekonomik refah yokluğunda inovasyon temalı sunumlara katıldık. Vodacom’un projesi fazlasıyla etkileyiciydi zira çoğunluğun sabit internet erişimine sahip olmadığı ülkenin büyük bölümüne sim kartı üzerinden dijital bankacılık hizmetleri sunuyordu. Ciddi bir ihtiyaca yaratıcı bir çözüm bankalardan değil bir mobil operatörden gelmişti.
Program boyunca yerel ve global girişimcilerle tanışmak olsun, Esaret Müzesi gibi kültürel ziyaretlerimiz olsun her etkinliğimizi paha biçilemez yapan o anları 16 farklı ülkeden gelen 22 farklı parlak zihinle paylaşıyor olmamızdı. Dünya gündemindeki hassas konuları veya kültürel meseleleri tartışmak ve bunu yaparken dünyanın her bir tarafını temsil eden çeşitli perspektifler ve gerçeklikler süzgecinden çıkarımlara varabilmek bu macerayı eşsiz kılan ve kendimi fazlasıyla geliştirmemi sağlayan temel faktördü. Tüm hayat hikayemiz, yaşanmışlıklarımız, duygularımız, tepkilerimiz ve ideolojilerimiz o kadar farklıydı ki neticesinde güvende hissederek farklılıklarımızı harmanlayabileceğimiz bir öğrenme ortamı içerisinde bulmuştuk kendimizi. Birlikte geçirdiğimiz eğlenceli anlar ve kurduğumuz sıkı arkadaşlıklar da işin cabası.
Bu yolculuğun bu kadar dolu ve hayatta kapıma bir kere gelecek bir fırsat olacağını hiç beklemezdim. Hatta ilk başta gitmek konusunda kararsızdım, zira konfor alanımın oldukça dışına çıkmam gerekecekti. Fakat program öncesinde arkadaşlarım ve ailem ile konuşurken fark ettim ki ülkemizde sivil boyutta globalleşmeye yönelik yerleşik bir korku vardı ve bu durum özellikle eğitim sisteminde kendini belli ediyordu. Bunu yenmenin yolu ise o korkunun üstüne gitmekti. Çok şanslıyım ki kendi öğrenci kitlesini her daim bu korkunun üzerine oynamaya iten ve onları coğrafi sınırlara bağlı kalmadan küresel fırsatları değerlendirmeye teşvik eden bir üniversitede okuyorum. Sabancı Üniversitesi’ne bana böylesine değerli bir programda okulumu ve ülkemi temsil etme fırsatı sunduğu için ne kadar teşekkür etsem az. Biz öğrenciler ise bu tarz fırsatları kovalamaktan asla vazgeçmemeliyiz, çünkü bir maceranın sonunda bizi nereye taşıyacağını tahmin bile edemeyiz.