Nesrin Balkan ile Çarşamba Sohbetleri
Ayşe Kadıoğlu: Müzik birazcık kendimi kaybettiğim bir yer. Akıl ve aşk arasında hani bir zıtlık vardır ya, akıl ölçmeye, biçmeye dair… Daha soğukkanlı bir şeydir, aşk ise kendini kaybetmeye dair bir şey, daha sınırsız bir şey aşk. Müzik benim için aşk gibi bir şey.
Kadınlardan rock dinlemeyi seviyorum, Heart var mesela onlar çok iyidirler. Ara sıra dönüp dönüp dinlerim. Joan Jett, Janis Joplin, çok eskilerden Suzi Quatro. Bir de Paula Cole var, onun müziğini de çok seviyorum…
Annelik ve müzik ile ilgili düşününce bir noktada şunu fark ettim; henüz daha gençken “insanlar beni sevsin” diye düşünüyorsun, bunu istiyorsun yani sevilmek en önemli şey gibi geliyor insana. Oysa daha sonra fark ettim ki - belki buna olgunlaşmak diyebiliriz- sevilmek tabii ki iyi hoş ama, asıl sevmek önemliymiş, bunu idrak ettim.
Anne, eğitmen ve siyaset bilimcisin. Peki, DJ’lik bunun neresinde?
O büyüyünce olmak istediğim şey işte. Büyüyünce DJ olmak istiyorum.
Ben de şarkıcı olmak istiyordum.
Birkaç kere DJ’lik yapınca içimde uyuyan canavar uyanmış gibi oldu. Dinleyici destek projesi kapsamında, Açık Radyo’da birkaç kere gidip çaldım. Çok eğlendim, çok hoşuma gitti. Öyle ki, radyoda program yapıp müzik çalsam diye hayal kurdum. Epeyce çalışıp ön hazırlık yaptım elbette, çaldığım müziğin yanı sıra aralarda konuştum. İlk başta kadın sesinden rock diye başladım, sonra caz oldu, blues oldu, şanson oldu yani hep kadınların seslendirdiği parçaları çaldım. Nancy Sinatra’nın söylediği bir şarkı var “These boots are made for walking, that’s just what they’ll do, one of these days these boots are gonna walk all over you” diye devam eder sözleri. İşte hayalimdeki programın jeneriği bu şarkı. Şarkının bir yerinde “Are you ready boots? Start walking” der, hatta öyle başlasa daha güzel olur. Programın adı Kadın Çizmeleri olabilir mesela. Vaktim olunca böyle bir program yapmak isterim. Yaptığım programın aradaki konuşmalarında feminist bir söylem vardı; hatta bir tanesini bir 8 Mart’ta yapmıştım. O programa; “8 Mart kadınlara çiçekler verip, hep birlikte ah ne güzel, ne tatlı filan diye kutlanan bir gün değildir, sevgililer günüyle karıştırmayalım, 8 Mart siyasi bir gündür” diyerek ve “private is political” yani özel olan siyasaldır sloganıyla başlamıştım. Çok sevdiğim ve sürekli topladığım için sayıları giderek artan CD’lerim var. Bir kısmını bilgisayar ortamına aktardım. Eski, yeni, kendi gençliğimden, kadınlar tarafından seslendirilen topladığım epeyce müzik var. Özellikle son dönemde Nina Simone’a takmış durumdayım ve tekrar tekrar çok severek dinliyorum.
Nina Simone’un hayatını da okudum, o da garip bir şekilde oldu. Son zamanlarda kitapçılarda kitap okuma alışkanlığı geliştirdim. Nina Simone’un hayatını da bir kitapçıda okumuştum.
Kütüphanedeymiş gibi kitapçı dükkanında kitabı sonuna kadar okumak enteresan olmuş, şöyle bir göz gezdirilir de…
Sabbatical’da Oxford’dayken… İnsan yalnız oluyor tabii; sabbatical öyle bir şey biraz. Hafta içi birlikte çalıştığın insanlar oluyor ama Cumartesi - Pazar gelince oğlum ve Erdağ olmadığı için çıkıp Oxford’daki kitapçıları dolaşıyordum. Bir gün dolaşırken, Oxford’daki müzik kitapçısında Nina Simone’un hayatıyla ilgili bir kitap gördüm ve orada okumaya başladım. Ondan sonraki Cumartesi, Pazar günleri, sanki o kitap benim oradaki arkadaşımmış gibi dükkana gidip koltukta oturup okuyordum, sonra çıkıp bir kahve içip, geri dönüp o kitabı okumaya devam ediyordum. Her haftasonu gelip orada o kitabı okuduğumu artık kitapçıdaki çalışanlar da biliyordu. Almak istemediğimden değil ama orada okumak daha hoş gelmişti o zaman.
O ayrı bir tat.
Nina Simone’a merak sardım. Bir dedektif ile evleniyor, önce büyük bir aşk yaşıyorlar, fakat daha sonra şiddet görmeye başlıyor kocasından. Nasıl desem? Zayıflıkları olan bir kadın. Yani, zayıflığın insan olmaya dair olmasıyla ilgili durumlar güzel anlatılmış o kitapta.
Nina Simone’ın müziğini çok seviyorum. Tina Turner da çok severim; o da öyle şiddet görmüş bir kadın.
Evet, müthiş mücadeleci bir kadın o da.
Evet, o da müthiş bir kadın. Bu kadınların hayatlarını bilerek müziklerini dinliyorum. Kadınlardan rock dinlemeyi seviyorum, Heart var mesela onlar çok iyidirler. Ara sıra dönüp dönüp dinlerim. Joan Jett, Janis Joplin, çok eskilerden Suzi Quatro. Bir de Paula Cole var, onun müziğini de çok seviyorum, şarkı sözleri de şiir gibi, enstrümanlar da epey iyi. Blues gitar sesi duymayı çok seviyorum, arkada o çalıyorsa zaten gerisini duymuyorum, sadece gitar sesini duyuyorum. Müzik dinlerken, enstrümanları duyuyorum yani, öyle bir alışkanlığım var.
Müzik yaşamında ağırlıklı bir yer tutuyor gibi görünüyor.
Evet, hatta birazcık kendimi kaybettiğim bir yer müzik. Akıl ve aşk arasında hani bir zıtlık vardır ya, akıl ölçmeye, biçmeye dairdir…
Daha soğukkanlı olmak.
Daha soğukkanlı bir şey, aşk ise kendini kaybetmeye dair bir şey, daha sınırsız bir şey aşk. Müzik benim için aşk gibi bir şey. Geçenlerde bunu fark ettim daha doğrusu üzerinde düşündüğüm bir şey oldu müzikle aşkın benzerliği… Ben çalışırken müzik dinleyemem mesela, müzik dinlemek ayrı ve tek başına yaptığım bir şey…yani yanı sıra başka iş yapamıyorum, çalışamıyorum mesela…
Müzik önemli çünkü, yani öyle yan unsur değil, ana unsur olacak.
Evet. Bir şey yazarken ya da bir şey okurken, arkada bir müzik çalması bana uymuyor. Gürültüde, kafelerde filan okuyabiliyorum ama eğer yazıyorsam sessizlik istiyorum. Eğer çok değer verdiğim bir müzik arkada çalıyorsa hayatta okuyamam, müziğe gider aklım… O müziği gürültünün içinden bile duyarım. Belki asansör müziği türü bir şey çalıyorsa o zaman çalışabilirim ama tercih etmem yani. Bazı insan müzikle çalışıyor, bende o yok. Çalışmam bitince ya da başlamadan önce ayrı bir eylem olarak müzik dinlerim. Müzik dinlemek benim için başka bir işin yanı sıra yapılan bir şey değil.
Onu ben de yapamam.
Ama bu demek değil ki müzik sevmiyorum, aslında çok önemsediğim için çalışırken dinleyemiyorum.
Sevdiğin ve önemsediğin için bir yan unsur olarak görmek istemiyorsun demek ki. Peki annelikle ilgili başka neler söylemek istersin?
Annelik çok önemli oldu benim için. Annem öyleydi, herhalde insan annesine bakarak öğreniyor bu işi, yani anneliği annemden öğrendim sonuçta, baktım hakikaten onun gibi oldum galiba ben de.
Oğlumu büyütürken çok eğlendim. Oğlum da çok iyi bir çocuktu gerçekten, zor bir çocuk değildi, her çocuk kadar en fazla… Oğlum çok mutlu etti beni. Tam anlamıyla gözümün nuru oldu. Hep çok iyi okudu. Güler yüzlüdür. Düşüncelidir. Erdağ ile bakıyoruz da, ikimiz de gurur duyuyoruz, oğlumuz çok iyi bir insan oldu. Çok başarılı bir insan elbette ama daha önemlisi iyi bir insan…
Evet önemli olan o. Birinci unsur iyi insan olmak, ikincisi başarılı olmak.
Annelik ve müzik ile ilgili düşününce bir noktada şunu fark ettim; henüz daha gençken “insanlar beni sevsin” diye düşünüyorsun, bunu istiyorsun yani sevilmek en önemli şey gibi geliyor insana. Oysa daha sonra fark ettim ki - belki buna olgunlaşmak diyebiliriz- sevilmek tabii ki iyi hoş ama, asıl sevmek önemliymiş, bunu idrak ettim. Bunu da bana çok net anlatan bir film görmüştüm. Filmin adı Marvin’s Room. Filmde iki kız kardeş rolünde Meryl Streep ve Diane Keaton oynuyor. Çok hasta bir babaları var. Diane Keaton ailede hep iyi evlat olmuş olan kardeşi oynuyor, hasta babaya o bakıyor zaten…
Diane Keaton da hasta sanırım.
Galiba. Meryl Streep’in de bir oğlu var. Hatırladın mı? Meryl Streep hep ailenin asi çocuğu olmuş, aileyle fazla ilgilenmemiş. Ve bir sahnede iki kızkardeş konuşurlarken Meryl Streep, yani asi olan ötekine, “sen çok şanslıydın, annem, babam, tüm aile seni hep sevdiler, çünkü sen hep iyi bir evlattın” diyor. Diane Keaton’ın oynadığı iyi evlat olan kardeş de duruyor, düşünüyor ve “evet, şanslıydım ama onlar beni sevdikleri için değil, ben onları sevdiğim için şanslıydım” diyor. Anladın mı? Çok önemli bir şey değil mi bu?
Gerçekten öyle, herkes sevilmek ister, ama sevmeyi becerebilmek önemli.
Bence genel olarak pozitifliğin kaynağında o var. Anladın mı?
Evet evet. Bütün hayata bakışını, dünyayı algılama şeklini değiştirebilecek bir şey aslında bu. Bazen çok basit bir şey insanın bütün ufkunu açabiliyor, bir söz, bir filmden bir sahne.
Hrant öldürüldükten sonra yazdığım bir yazıda söz etmiştim bu filmden. Çünkü Hrant’ın en büyük özelliği sevmeyi biliyor olmasıydı. Pozitif enerji ile yüklüydü hep. Kocayürek idi…
Haklısın, Hrant Dink sevgi ve coşku dolu bir insandı. Filmin son sahnesini hatırlıyorum, Diane Keaton, babası yatakta, babasının yanına geliyor uzanıyor ve ona aynayla ışığı duvara yansıtarak güzel renkler, şekiller izletiyor.
Çok doğru hatırlıyorsun bak, seni de etkilemiş.
Tabii tabii.
Marvin’s Room. Bu film nedense bende böyle bir iz bırakmış.
Son bir sözün, mesajın olur mu acaba? Nasılsın şu anda, iyi misin?
Evet iyiyim, hayatımdan memnunum. Benim referanslarım olan çok eski dostlarım var hayatımda, onlardan güç alıyorum sürekli. Fakültede çok iyi bir idari ekiple çalışıyorum, dolayısıyla çok mutluyum. Fakültedeki öğretim üyelerinin de birçoğu arkadaşlarım, bunun da iyi bir şey olduğunu düşünüyorum, birbirimizi epeydir tanıyoruz, güveniyoruz.
Oğlum Deniz Cihat, Erdağ, ailem, yakın dostlar, derinliğin öne çıktığı ilişkiler bunların hepsi… Yoğunluktan giderek vaktim de azalıyor tabii o nedenle vaktimi nasıl geçireceğimi biraz daha seçiyor ve öyle yaşamaya çalışıyorum.
Daha rafine bir yaşama geçiyorsun, çok fazla detaylara takılmadan.
Bence çok güzel bir sohbet oldu, çok teşekkür ederim.