Ekonomi profesöründen yakın tarih anıları

Bahri Yılmaz: “Leyla Gencer’in bu davranışı bana, insanların başarılarının ve toplumdaki saygınlıklarının, ulusal ve etnik kimliklerinin ötesinde yaşadıkları topluma ve evrensel değerlere yaptıkları katkıları ile kazandıklarını göstermiştir.”

Bahri Yılmaz ile söyleşimizin bu bölümünde, Türkiye’yi temsil ettiği “Uluslararası Holokost Nazi Altınları Komisyonu”ndaki çalışmalarından, 20. Yüzyılın en önemli sopranolarından biri olarak kabul edilen ve tüm dünyada “La Diva Turca” olarak tanınan opera sanatçımız Leyla Gencer ile karşılaşması gibi ilginç anılarını okuyacaksınız. 

1990’lı yıllarda Avrupa Birliği’ne bakış nasıldı? 

Çok kritik yıllardı onlar. Özellikle Avrupa Birliği’nde Türkiye’ye karşı olumsuz bir yaklaşım vardı. 1997 Lüksemburg Zirvesinde epey bir sıkıntı ortaya çıktı, hatta o zaman Başbakan Mesut Yılmaz ilişkilerimizi dondurmak istedi. Fakat daha sonra Bülent Ecevit Hükümetinin gayretiyle 1999 yılında Helsinki Zirvesinde Türkiye aday ülke olarak kabul edildi, 56. Hükümetin başarısıdır bu.

Türkiye aday ülke olarak kabul edildiğinde Dışişleri Bakanı İsmail Cem’di değil mi?

Evet, Dışişleri Bakanı İsmail Cem’di.

Almanya ile uzun yıllara dayanan yoğun bir ilişkiniz var.

Almanya’da okudum, aşağı yukarı 17 yılımı orada geçirdim. Almanya’ya ilk olarak 21 yaşında gittim ve 7 yıl kaldım. Gençlik yıllarım orada geçti. Ondan sonra doktoramı yaptım ve şimdi artık döndükten sonra da ilişkilerim devam ediyor Almanya’yla. Her yıl konferans ve ders vermeye, ekonomi ile ilgili çeşitli çalışmalar için gidiyorum Almanya’ya. Dostlarımın ve arkadaşlarımın çoğu orada. Almanya ile sıkı bir bağım var.

 Hatta 1998-2001 yılları arasında “Uluslararası Holokost Nazi Altınları Komisyonu”nda Başbakanlık tarafından Türkiye’yi temsil etmek üzere görevlendirildim. O komisyonda 3 yıl çalıştım.

Uluslararası Holokost Nazi Altınları Komisyonunun amacı neydi? 

ABD Dışişleri Bakanlığının bir sekretaryası tarafından kurulmuş olan bu komisyonun amacı, Nazi Almanyası döneminde kaybolan musevilere ait altınların, paraların ve varlıkların izini araştırmaktı. İddiaya göre bu altınlar ve paralar ülke dışına çıkarılıyor, en büyük miktarı da İsviçre bankalarında toplanıyor. İsviçre bunu uzun süre deklare etmiyor, yani bende bu kadar para-pul vardı demiyor. Bu altınların bir kısmının, hatta musevilere ait bazı kıymetli sanat eserlerinin, tablolarının da Türkiye’de olduğu ve 1939- 1945 arasında Türkiye’ye getirildiği iddia ediliyor. Bu komisyonun hazırladığı raporda Türkiye’ye; Nazi altınlarının bir bölümü sizde diyerek savunma yapması isteniyor. 

4-5 kişiden oluşan küçük bir grupla 1999-2001 yıllarında bu konuyla ilgili çalıştık. Hazırlanan raporu okudum, başından sonuna kadar Türkiye’ye yapılan ciddi suçlamalar vardı: Şu tarihte şu kadar altın Türkiye’ye girmiş, şu tarihte bu kadar altın Türkiye’den çıkmış.  Tabii 2. Dünya savaşı olup biteli neredeyse yarım asır geçmiş. Geriye dönük çok sıkı bir arşiv çalışması yapılması gerekliydi. Bu komisyondaki çalışmam bana bir kez daha Cumhuriyet hükümetlerinin Osmanlı İmparatorluğu arşiv geleneğini sürdürdüğünü göstermiştir ki bu sayede iddia edildiği gibi Nazi altınlarının Türkiye’ye girmediği kanıtlanmış oldu. Bu arşiv çalışmaları sırasında her türlü sermaye hareketlerinin ve mali işlemlerin kurallara ve yasalara uygun yapıldığını tespit ettik. Hatta bana çok ilginç gelen bir belgeyi arşivin boyutunu göstermek için anlatmak isterim: O yıllar tabii savaş yılları ve hükümet, savaş yıllarında mali sıkıntı içinde olması nedeniyle artan harcamaları için Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasından borç para istiyor. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası hükümete bu borcu bir teminat karşılığı verebileceğini belirtiyor.

Tabii tek parti dönemi o yıllar.

TC Merkez Bankası hükümete, “bu parayı sana karşılıksız veremem” diyor. Nasıl olacak diyor, şimdi nasıl veremezsin yani? O da diyor ki; veremem bir teminat gösterin. Hükümet de İngiltere’den teminat alıyor ve böylece ancak onun karşılığında Merkez Bankasına borçlanabiliyor. 

Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ki o dönemde CHP iktidardaydı, kendi ülkesinin Merkez Bankası’ndan borç para istiyor!

Evet.

Bir teminat göstermek zorundasın...

Evet.

İngiltere’den teminat alıyor ve Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’na getiriyor ve  “al sana teminat ver benim istediğim borç parayı” diyor. Bu ilginç bir durum hakikaten...

Bu ilginç hükümet-merkez bankası ilişkisini Sabancı Üniversitesinde ders verdiği dönemde Erdal İnönü’ye de aktardım.

Erdal Bey ne dedi?

O zamanki devlet işleyişi ile ilgili çok çarpıcı bir örnek olduğunu belirtti. Bu görevlerim sırasında bir başka çarpıcı örnek de Leyla Gencer ile ilgili bir anımdır.

Ekonomi Profesöründen yakın tarih anıları diyebiliriz sanırım.

Başbakanlık danışmanlığım sırasında Milano’dayken şu anda adını hatırlayamadığım Milano Başkonsolosu bizi akşam yemeğine çağırdı, 7-8 kişilik bir grup. Yemekte Leyla Gencer de vardı. Leyla Hanımı ilk defa orada gördüm ve sohbet etme fırsatı buldum.

Hangi yıl?

Yanılmıyorsam 1999 yılıydı. Sohbet sırasında Leyla Hanım “Ben Türk pasaportuna sahibim” dedi. Düşünün 40 yıldır İtalya’da yaşıyor ve bir dünya çapında bir sanatçı, bir diva... Tabii çok hayret ettim ve “Leyla Hanım siz uzun yıllardır bu ülkede yaşıyorsunuz ve  kariyerinizi burada sürdürüyorsunuz, aynı zamanda İtalyan vatandaşı değil misiniz?” diye sordum. “Hayır, ben hala Türk vatandaşıyım. Asıl sıkıntım, konser vermek için çok seyahat ediyorum, mesela İngiltere’ye giderken vize almak zorundayım” dedi, “İtalya bana vatandaşlık teklif etti ama ben Türk vatandaşlığından çıkmadım.” dedi. Birçok kişi bilmez bunu.

Leyla Gencer yaşamının çoğunu İtalya’da geçirdi, kariyerini orada sürdürdü ama bütün bürokratik zorluklarına rağmen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından vazgeçmedi.

Sonra zannediyorum devlet sanatçısı olunca kendisine bir hususi pasaport verdiler. 1958 yılında yaşamaya başladığı ve 2008 yılında ölümüne kadar tüm yaşamını İtalya’da geçirmiş olmasına rağmen Türk vatandaşı olarak kaldığını görüyoruz. Sayın Gencer’in bu davranışı bana, insanların başarılarının ve toplumdaki saygınlıklarının, ulusal ve etnik kimliklerinin ötesinde yaşadıkları topluma ve evrensel değerlere yaptıkları katkıları ile kazandıklarını göstermiştir.

Çifte vatandaşlık bile alabilirmiş aslında.

O kuşakta öyle bir anlayış var: Almanya’da okuyanlarda da gördüm. Örneğin hala Almanya’da yaşayıp da imkanı olmasına rağmen Alman vatandaşlığına geçmeyen Türk profesörleri bilirim. Oturma, çalışma izinleri var ama Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından vazgeçmiyorlar. 

Güzel hoş bir şey.

Anılara dalmışken, Nazım Hikmet ile de bir anımdan bahsetmeden geçmek istemiyorum: Nazım’ın mezarını ziyarete gittiğimde bir kadının her gün gül getirdiğini söylediler, ama kadının kim olduğunu kimse bilmiyordu. 

Büyük şairin gizemli bir hayranıydı belki de. Sizinle sohbet etmek, yakın tarihimizden anılarınızı dinlemek zevkti Bahri Bey. Bu güzel sohbet için teşekkür ederim.