Hilmi Çelik'in Anısına...

Bilgi Merkezimizin kurucu direktörü Hilmi Çelik'in SUdergi'nin 2011 / Mayıs sayısında yayınlanan röportajını tekrar yayınlayarak kendisini saygı ile anıyoruz...

 Hilmi Çelik

SUdergi 2011 / Mayıs, Sayı 11 "Geriye Baktıklarında Neler Görüyorlar? Hilmi Çelik" Röportajı

SÜ’nün kuruluşundan beri buradaydınız. SÜ’de çalışmaya başlamanız nasıl oldu? Bize biraz ilk günlerden bahsedebilir misiniz?

Haziran 1997’de katıldım kurucu ekibe. Sanırım ilk sekiz – on kişi içerisindeydim. Genel Sekreterimiz Hüsnü Paçacıoğlu, en önemli konu olan para işlerini yöneten Ahmet Gülder ve dekanlar Ahmet Bey ile Muhittin Bey vardı. Tosun Terzioğlu Bey henüz, TÜBİTAK Başkanlığı görevini bırakıp, rektör olarak başlamamıştı.

Ne kadar müthiş bir şey! Henüz rektör yok ama kütüphaneyi kurmak için görevlendirilen biri var. Keşke ülkemiz bu örnekleri daha çok yaşayabilse…

Nisan ayıydı, Hüsnü Bey aradı, görüşmek istediğini söyledi. İstanbul’a gittim. Sabancı Center’ın 17. katına çıktığımda, kendimi uzayda gibi hissettim. Hüsnü Bey’i tanımıyordum ama konuşma sırasında anladım ki, o beni tanıyordu. Kendisi IBM’in üst düzey yöneticisi iken ben TBMM’ye bilgisayar sistemi almıştım. Ama alınan sistem IBM değildi… Garip ama gerçek, sistemini almadığım Hüsnü Bey bana, kurmakta oldukları Sabancı Üniversitesi’nin kütüphanesini oluşturma görevi öneriyordu. 

Sonrası umduğum gibiydi. Yeniliğe açık, en iyiyi arayan ve aynı zamanda, iyinin bir bedeli olduğunu bilen insanlarla birlikteydim.

Göreve başladıktan birkaç ay sonra, Mütevelli Heyeti Başkanı Güler Sabancı, Rektör Tosun Bey ve Genel Sekreter Hüsnü Bey’den oluşan Başkanlık Divanı bir sunum istedi. Nedeni açıktı. Belli ki, plan ve projeleri görmek, ciddi bir bütçe ve insan gücü isteyen birimin, bu kadar parayı ve insanı ne yapacağını bilmek istiyorlardı. Sonuçta, günlerce uykusuz kalmam işe yaradı. Sunum bittiğinde, yüzlerde olumsuzluk yoktu. Bu tablodan aldığım cesaretle, “kütüphane” olarak adlandırılan birimin adının değiştirilmesini önerdim.

Sonuç müthişti. Önerim, umduğumdan da kolay ve çabuk onaylanmış ve adımız, “Sabancı Üniversitesi Bilgi Merkezi” olmuştu.

Mart 1998’de Karaköy Bankalar Caddesi’ndeki binamıza taşındık. İkinci kat tümüyle bize tahsis edilmişti. Hedefimiz, kurumun işleyişine ilişkin uygulama adımlarını saptamak, yazılı hale getirmek ve 1999 yılında açılacak olan üniversitenin açılış günü koleksiyonunu oluşturmaktı.

Ekibi oluşturan yeni arkadaşlarla, önce Karaköy’de hazırlıkları tamamladık, sonra kampüse taşınıp yerleştik ve kapılarımızı müşterilerimize açtık.

Daha önceki çalışma hayatınızla SÜ’yü karşılaştırdığınızda gördüğünüz farklar nelerdi, bahsedebilir misiniz?

Farkları karşılaştırmak çok zor. Birincide bir şeyler yapabilmek için, yönetime ve çevreye savaş ilan edip her tür riski göze alırken; ikincide, yönetimin ve çevrenin desteğini hissetmenin keyfini yaşamak var. Birincide enerjinizin ve becerinizin büyük bir kısmını, yolları açabilmeye harcarken; diğerinde, açık yolda “daha hızlı nasıl giderim” ve “nereye kadar giderim”in keyfini yaşıyorsunuz. Bu açıdan bakılınca, kuruluş döneminin SÜ yöneticileri, bence ülkemizde az görülebilir bir sahip çıkma, birlikte iş yapma ve en iyiye ulaşma duygularını paylaşan ekibin parçası oldular. Basit bir örnektir; Sabancı Üniversitesi’nde, uluslararası arenada bile boy ölçüşebilecek bir merkezin yaratılmasına katkı sağlayanlardan biri olmanın keyfini yaşarken, daha önce yönetici olarak çalıştığım TBMM’ye bilgisayar sistemi kurmanın, dahası (sanki üstüme vazifeymiş gibi) maaş bordrolarının bilgisayar ortamına taşınmasının sıkıntılarını ve onun yarattığı kişisel dargınlık ve düşmanlıklarını yıllarca yaşadım.

Belki de TBMM’deki yeniliklere reaksiyonum, ODTÜ’de başlayan “daha iyiyi yapmaya çalışma” kültüründen kaynaklanıyordu. Sabancı Üniversitesi’nin, başından beri bilgiye ve bilginin önemine bakışı, başkalarıyla mukayese edilemeyecek önemli bir farktır. Biz uygulayıcıların yapmaya çalıştığı ise sadece, bu farkı işimize yansıtmaktan ibaretti.

Burada birçok kişiyle çok anınız olduğunu biliyoruz. Bize sizi etkileyen birkaçından bahsedebilir misiniz?

Olmaz mı? Rektörümüz Tosun Bey ile yaşadığım iki anıyı paylaşmak isterim.

Kampüse yeni taşınmışız. Tosun Bey’i uzun yıllardır tanırdım ama tanışıklık hep bürokratik ilişkiler çerçevesindeydi. Yıllar TBMM başkanlarıyla yakın çalışma ortamlarında geçince, ceket düğmesinin iliklenmesiyle başlayan ve “buyurun efendim” ile devam eden “saygılı olma”, yaşamın doğal bir parçasıydı. Sabancı Üniversitesi bünyesinde bürokrasi, yok denecek kadar az olsa da ben, içime işleyen ceket düğmesi iliklemeyi de, “buyurun efendim”le söze başlamayı da bir türlü, silip atmak bir yana, azaltamıyordum bile. Hatta Hüsnü Bey’in, bu tarzımdan ötürü benimle epey dalga geçtiğini ve millete de anlatarak eğlendiğini hatırlıyorum.

Yine o günlerin birinde, Bilgi Merkezi’nden çıkıp Rektörlük Binası’na gidiyordum. Karşıdan Tosun Bey geliyordu. Görür görmez, görevlerimi yerine getirdim. Ceketimin düğmesini ilikledim, ellerimi cebimden çıkardım, yanına yaklaştığımda hafif bir tebessümle, “merhaba efendim” diyerek selamladım. Bir memurun amirine yapması gerekenleri yaptım. 

Ancak, sonrası tam bir felaketti. Tosun Bey, gözümün içine baka baka, en ufak bir samimiyet belirtisi vermeden, yanımdan geçip gidince, şaşırıp kalmıştım. Rektör Bey’e ne yapmıştım? Onu üzecek, kıracak, yönetimi sıkıntıya düşürecek bir şey yapmam bahis konusu olamazdı. Ağzımın fermuarı biraz bol olduğu için birileri bir şeyleri farklı mı taşımıştı? Malum, sadece spor karşılaşmaları değil, tüm yaşam puan alma üstüne kurulu!

Bir fasıl hem yürüdüm hem de kendimi sorguladım. Hiçbir iz yakalayamadım ama bir gerçek vardı, Rektör Bey bana kırgın ya da kızgındı ve bunun sonucu olarak yüz vermeden, dahası yüzüme bile bakmadan yanımdan geçip gitmişti.

Makamına vardığımda, Allah’tan Hüsnü Bey’in keyfi yerindeydi. Halimi görünce şaşırmış olmalı ki, hemen sorgulamaya başladı. Neredeyse ağlamaklı bir halde, olanları anlatmaya başladım. Daha ilk cümlem tamamlanmadan, bir başka inanılmaz ile karşılaştım. Söylediklerimi dinleyen Hüsnü Bey, gülüyordu.

Sonunda halime acımış olmalı ki gülmeyi bırakıp doğruları anlattı. Meğer Tosun Bey bazen karşısındakinin yüzüne bakarak yanından geçer ve görmezmiş. Ama ben nereden bileyim…

Bu huyunu daha sonra Tosun Bey’in kendisi de bizlere anlattığı için, artık Tosun Bey’in selamsız geçişi de, yaşamın normalleri sınıfına girmişti.

Tosun Bey ile bir başka anım ise, yeni kurulan üniversitelerle ilgiliydi.

Bir sabah uyandığımda, TBMM’de görüşülen bir yasaya eklenen maddeyle epeyce yeni üniversitenin kurulacağını öğrendim. Sanırım sayı 30 civarındaydı. İş hayatımın ilk dönemlerindeki 18 yıl ODTÜ’de geçtiği için, adam gibi bir üniversitenin ne demek olduğu konusunda az çok bilgim vardı. Buna bir de Sabancı Üniversitesi’nin kuruluşu sırasında gördüklerim ve yaşadıklarım eklenince, meselenin ciddiyet boyutlarını çok iyi anlamıştım.

İnanmak, benim için zordu. 30 yeni kampüs, mevcutlar kan ağlarken 30 üniversitelik akademik kadro, 30 üniversitelik idari kadro bulunması… Bu kızgınlıkla, herkes bir şeyler söylerken, ben de boş durmadım tabii ve beni ilgilendiren kısma atıfta bulunarak, “bu adamlar 30 üniversiteye 30 rektör bulurlar ama 30 kütüphane müdürü bulamayacaklarının farkında değiller” dedim. Dediklerime herkes katıldı, kafasını salladı ve gülüştük.

Ancak, daha sonra düşününce, resmin şekli değişti. Bu cümleler rektörlük makamının küçük görülmesi anlamını da içeriyor olabilirdi. Yani rektör çok ama kütüphane müdürü yok gibi, hem komik, hem kızılacak, hem de alınılacak hale gelebilirdi. Tabii burada anlatmaya çalıştığım rektör, benim rektörüm değildi ama onun da unvanı rektör olduğuna göre, kurye görevini yapıp, postayı iletebilirdi.

Epey bir cebelleştim Tosun Bey’e gidip, makamında kendimi aklamak için. Ancak daha sonra “belki de duymamıştır, niye boşuna suyu bulandırayım” diyerek sustum ama her seferinde, yeni üniversitelerin adını ya da onlarla ilgili yapılan atamaları ya da eylemleri duydukça, Tosun Bey’in bana kırılacağını düşünüyor ve üzülüyordum.

Sonunda bir gün, kafeteryada yemek kuyruğunda peş peşeydik. Bakındım, birlikte olmayı bekleyen kimse yoktu. Aynı masaya oturduk. Daha çorbayı kaşıklamadan, “Efendim size bir şey söylemek istiyorum, başkalarından duyarsanız” diye lafa başlamıştım ki, Tosun Bey sözümü kesti. “Biliyorum duydum. Ve haklısın” dedi.

İnsan başka ne isteyebilirdi ki? Hatırladıkça hâlâ gülüyor ve teşekkürlerimi yeniliyorum.

Bugün düşündüğünüzde, üniversitedeyken yaptığınız işler arasında sizi en mutlu edeni hangisi?

Eğitim ve araştırmada bilginin önemini anlatmaya yönelik projeler ve bunlara yönetimin desteğinin kazanılması. Belki yazılınca sıradan gibi görünüyor ama bunun ülkemizde yapılabildiği kurumlar ve bunu anlayıp takdir eden yönetimler inanılmayacak kadar azdır.

Bir başka öğe ise, birlikte çalıştığım meslektaşlarımın eğitimi, yetiştirilmesi ve kurumu temsil edebilecek düzeye gelmesi için yapılanlar ve onların kendileri için yapılanların kıymetini bilen, farklılıklarının farkına varan bireyler haline gelmeleridir. 

Hilmi Çelik’e, 30 Haziran 2009’da Onur Üyesi Ödülü takdim edilirken

Emeklilik sonrasında da çalışmaya devam ettiniz ve hâlâ da devam ediyorsunuz. Yeni hayatınız nasıl geçiyor? Geleceğe yönelik planlarınız nelerdir?

Emeklilik sonrası, bir süre çalışmaya devam ettim. Türkiye Spastik Çocuklar Vakfı bana, Genel Koordinatörlük görevi verdi. Amaç, adına “serebral palsy” denen beyin felçli çocukların özel eğitim ve rehabilitasyonları ile anaokulu, ilköğretim ve meslek lisesinden oluşan bir formel eğitime kavuşmalarıydı. Bunların bir kısmı zaten vardı, diğerleri eklenecekti. Burada hayatın bir başka yüzünü gördüm. Sahip olduğumuz güzelliklerin farkına varmadan geçen yaşamımızı gördüm. Kimilerinin yaşamının ne denli zor olduğunu gördüm. Kültürümüze yerleşmiş olan gözyaşı dökme ve acımanın ne denli yetersiz bir duygu olduğunu, acımakla bir yere varılamayacağını gördüm. Bir şeyler yapmaya, ailelere, engelli çocuklara yardımcı olmaya çalıştım. Duygusallığım, daha fazlasına izin vermedi, yükü taşıyamadım. Zona oldum. Ve 10 ay sonunda, bu işi beceremeyeceğimi anladım ve ayrıldım. Vakıfla ve oradaki sevgili engelli çocuklarımla ilişkilerim elbette sürüyor.

Geleceğe yönelik planlara gelince, bu bambaşka bir hayat felsefesi ve beceri. Ben ve benim gibilerin oluşturduğu kuşak, ömrümüzün büyük bir kısmını eğitimimize, iş hayatına, çok tepeleri hedeflemesek de işimizde yükselip ayakta durmaya, çilimizi çocuğumuzu yetiştirmeye harcadık. İş hayatı sonrasında da bir gelecek olduğunu, yeterince ciddiye alarak, düşünemedik bile. Dolayısıyla şahsen ben, emekli olduğumda, kendimi bu yeni yaşama hazırlamadığımı gördüm. Birlikte çalıştıklarımızın yaşamımıza katkıları ne denli çokmuş meğer. Ayrılınca anlıyor insan. Yeni yaşamda, 9988’i çevirdiğinizde her tür yardımı yapan Üniversite Hizmetleri ya da telefonun düğmesine bastığınızda koşup gelenler yok artık.

Ama başka çaresi de yok. 9988’siz yaşamaya alışan eşim gibi ben de telefonu kaldırdığımda “buyurun efendim” diyenler olmadan yaşamayı öğreniyorum. Daha doğrusu, hızla öğrenmeye çalışıyorum. Okumakla bitmiyor gün, yazmakla da. 2007 ve 2008’de yayınlanan iki anı kitabıma geçen yıl bir şiir kitabı eklendi. Şimdi de öykülerden oluşan bir başka kitabım yayında. Bunların hepsini, sizlerle iken, yani hayatı çok boyutlu yaşarken yazmıştım. Henüz, maalesef, kendimi emekli sınıfı gibi yeni bir sınıfta sayıp, yazmaya başlayamadım. İnşallah heyheylerim çabuk geri döner ve “buyurun efendim”leri beklemeden, yazmayı bir emeklilik işi, daha doğrusu keyfi olarak sürdürürüm.

Bu arada, gecikerek de olsa bir süredir, emekliliğe ısınmaya başladığımı, bahçeyle uğraşmanın sadece bir spor değil, bir şeylere hayat vermek, deniz kenarında mangaldaki balıkların kokusunun yeni bir yaşam biçimine adım atmak olduğunu öğrendiğimi de söylemem gerek. Bundan sonraki beklentim, ufak tefek de olsa sosyal sorumluluk projelerinde yer almak, bahçemin yeşilliğini, mangalımın tütmesini ve yaşayıp hissettiklerimin sözcüklere yansımasını sağlamak olacaktır. Gerisi… Gerisi can sağlığı…

Kampüste yaşarken birçok kişiyi bir araya getiren, eşinizle birlikte çokça misafir kabul eden birisi olduğunuzu biliyoruz. Ankara’daki dostlarınız da size kavuştuklarına sevinmişlerdir eminiz. 13 sene sonra Ankara’daki hayatı nasıl buldunuz?

Üniversitede insani birlikteliğin oluşumuna, daha doğrusu insanların birbirine sadece kafa sallayarak selam vermesinin ötesine taşarak, hal hatır sormasına, mangallardan birer köfte alabilecek kadar birbirlerine yakın olmaları için gayret sarf ettim. Ne kadar başardım bilmiyorum ama her geçen gün sayısı giderek azalsa da, arada bir hâlâ hal hatır sormak için çalan telefonlar var.

Ankara’ya gelince,  birkaç kişilik özel çevre dışında, o kısım bana göre tam bir felaket. Geçen 13 yıllık süre içerisinde Ankara bambaşka bir şehir olmuş. İç göçler ya da toplumdaki değişimler, sosyal anlamda bir yığın şeyi yok etmiş. Anlatmak çok zor. Belki de ben, biraz da İstanbul’da ve özellikle üniversite ortamında ve kampüsünde geçen yıllar içersinde, ülkemizdeki sosyal hayat gerçeğini görememişim ve zamanımın neredeyse tümünü kampüste geçirdiğim için, şehir hayatı gerçeğindeki değişimleri fark edememişim. 

Çalışırken nelere daha çok vakit ayırabilmeyi istiyordunuz. Şimdi hangilerini gerçekleştirebiliyorsunuz?

Bu konuda söyleyeceğim çok fazla bir şey yok çünkü sanırım çalışırken de sevdiğim şeyler olan, daha iyiyi yapmak ve daha iyiyi yapabilecek insanların yetişmesine katkıda bulunmanın ötesinde bir düşüncem yoktu. Şimdi ise daha önce söylediğim gibi, henüz gemi yeni yaşamımın rotasına girmiş değil. Bakarsınız bir gün girer inşallah…

SÜ mensuplarına söylemek istedikleriniz nelerdir?  SÜ’nün nesini özlüyorsunuz?

Olmaz mı? Lütfen sahip olduğunuz güzelliklerin ve farklılığın farkına varın. İçinde bulunduğunuz ortam, bambaşka bir dünya. Kampüs sınırlarının dışındaki yaşamı, sınırların dışına çıkmadan anlayın ve dış dünyadaki ekonomik, sosyal ve kültürel yaşama hazırlıklı olun.

Özlediklerime gelince, lojmanlardaki sakin yaşamı, kafeteryadaki güzel yemekleri, SU Club’ı, içinde riyanın en az düzeyde olduğuna inandığım akademik ve idari statüdekilerle kurulan ve sürdürülen insan ilişkilerini, yapılan güzel şeylerin takdirini yadırgamayan bir toplumun içinde olmayı, espriyi anlayan insanlarla birlikteliği ve dahası Sabancı Üniversitesi mensubu olma ayrıcalığının keyfini, bunların içindekilerin bazıları olarak sayabilirim.

Bir de gelip geçenleri unutmamak ve herkesin de bir gün gelip geçeceği gerçeğini de içeren “hatırlama kültürü”nü özlememek mümkün mü?

Herkese sevgi, saygı ve başarı dileklerimle.

Mayıs, 2011