Deniz Kurtoğlu Eken: “İşte şimdi itiraf ediyorum, aslında hep sahne insanı olmak istedim. İçimde yarım kalmış bir sahne merakım var. Elimden tutan biri olsaydı kimbilir neler yapardım.” “ Yöneticilik insana daha önce hiç düşünmediği şeyleri düşündürtüyor, soru sormayı, sorgulamayı ve kendinize dönüp bakmayı öğretiyor.”
Sabancı Üniversitesi Diller Okulu’nun Direktörlüğünü 10 yıl boyunca yapmak sana ne öğretti?
Yöneticilik belki isim olarak, unvan olarak çok önemli değil ama, sonuçta yapılan iş insanlarla çalışmak, gerek hocalar olsun, gerek öğrenciler, gerekse de aileler, başka insanlar...sürekli insanlarla iletişimde olmak, herkesin beklentilerinin, düşüncelerinin, inançlarının farklı olması, eğitimden tutun da sosyal ortamlardaki beklentilerine kadar, daha önce hiç düşünmediği şeyleri insana düşündürtüyor bence; zaman geçtikçe kendinize de, onlara da verdiğiniz seçeneklerin arttığını görüyorsunuz. Yani düşünmediğiniz birtakım şeyleri düşünmeye başlıyorsunuz, bir sürü şeyin siyah-beyaz olmadığını anlıyorsunuz, bunun grisi de varmış diyorsunuz, daha esnek hale geliyorsunuz.
Bence en önemli şeylerden biri de, soru sormayı, sorgulamayı işle ilgili biraz kendinize de dönüp bakmayı öğreniyorsunuz. Aslında bilmiyorum, bu herkes için geçerli midir, bu görevde büyümeme en çok faydası olan, kendimle ilgili sürekli soru sormam oldu. Yalnızca yönetici olarak da değil, bir sürü şey yaptım idareciliğin dışında, yıllarca öğretmenlere eğitim programlarımızı yürüttüm, kurumsal bir sürü araştırma yaptık, takımlar kurarak koordineli çalıştık ama hep soru sorarak, nasıl yaptığıma, yaptığımıza bakarak.
Bir de, bazı şeyleri de kafaya takmamayı öğreniyorsunuz ki bu iyi bir şey. Çünkü bir sürü meşguliyet var, onu düşün, bunu düşün, onu mutlu et, bunu mutlu et, kimse üzülmesin, kimse darılmasın diye çaba harca, ama bir o kadar da sorunlarla boğuştukça ya da sürekli çözüm üretmeye çalıştıkça bazı şeylerin de artık eskiden kafaya taktığınız gibi olmadığını görüyorsunuz, bu da güzel bir şey. Hatta yıllar geçtikçe birlikte çalıştığım arkadaşlarım da bu kadar sakin olabildiğime şaşırıyorlardı. Sakin olmak zorundasınız, ama bu özellik de birdenbire gelişen bir şey değil, zaman içinde, yaşadıkça öğrendiğiniz bir şey.
Bir de neyi öğrendim? Bir şey var ki aslında onu doğrudan öğrendim diyemem, çünkü zaten çok inandığım bir şeydi, hala da çok inanıyorum ve olmazsa olmaz diye düşünüyorum. Mesleki alanlarda bir çok seminerler oluyor, ayrıca liderlik, yöneticilik programlarımız var, masterlar, doktoralar yapılabiliyor ama bence kişisel gelişime, insanların huzuruna yatırım yapmadan mesleki gelişimden söz edilemez. Yani insanlardaki potansiyele inanmadan, onların mutluluğuna, huzuruna inanmadan ve onun için mücadele vermeden bireyleri istediğiniz kadar mesleki açıdan, akademik anlamda doyurun, maddi ya da başka faktörler, bir yere kadar gidecektir diye düşünüyorum. Bireyin kişisel gelişimine verilen önemin kariyerinde başarıyı sağlamada etkin olacağını düşünüyorum. Bu, öğrenciler için de geçerli elbette. Yani öğrenci okula mutlu gelmiyorsa, isteyerek gelmiyorsa, huzurlu bir ortamda değilse, sevildiğini, sayıldığını görmüyorsa, o da etkin bir şekilde öğrenemeyecektir. Ama akademisyenler ya da idari çalışanlar için böyle düşünmüyoruz maalesef, onlara yaptığımız yatırımlar daha çok mesleki boyutta oluyor.
Halbuki insan, tüm kişilik özellikleri ile bir bütün, farklı kompartımanları olan makine değil.
Elbette. Bir de, hayatımızın neredeyse yüzde 80’i işte geçiyor. Dolayısıyla, iş ortamını biz her açıdan, sadece mesleki değil, kişisel, sosyal açıdan da zengin tutacağız ki insanlar mutlu gelip mutlu gitsinler. Diller Okulunda 2004 yılından itibaren her yıl gelen bir psikoloğumuz var. Hem grup semineri veriyor hem de isteyen hocalarla birebir görüşmeler yapıyor. Onlarla mesleki, ailevi ya da kişisel olmak üzere istedikleri her konuda konuşuyor. Bizim ona olan ihtiyacımız hiç azalmadı, tam tersi artmaya devam ediyor. Duyurusu yapılır yapılmaz tüm görüşme saatleri hızla doluyor. Kişisel gelişime olan ihtiyaç tüm alanlarda artacak, artıyor. Biz bunu öğrencilerde de görüyoruz, o kadar çok sıkıntılar var ki hep içe gömülmüş, derinlere itilmiş. Niye itilmiş? Konuşmak ayıptır, paylaşmak ayıptır, babam kızar, annem kızar, öğretmene bu söylenmez gibi yargılardan ötürü. Yani onları aşmak, öğrencilerin onu aşmasını sağlamak zaten başlı başına bir adaptasyon çabası, bir mücadele. Diller Okulu olarak rolümüzün önemli bir parçası da - özellikle öğrencilerimizin her yıl üçte ikisinin TGY (Temel Geliştirme Yılı) programına geldikleri düşünülürse - dil öğretiminin dışında, öğrencilerimizin üniversiteye olan adaptasyonlarına katkıda bulunmak, onlara sadece bilişsel ve akademik değil duyuşşal anlamda da destek olmak, ki mutlaka eksiklerimiz vardır ama bunu tüm arkadaşlarımızla birlikte yine de çok iyi başarabildiğimizi düşünüyorum.
Bir de şimdi teknolojinin getirdikleri var, yani ben kendi oğlumdan biliyorum, öyle bir dönemdeyiz ki, Ipad’den kafasını kaldırmıyor mesela. Oğlum gel, bir bak, sarılalım, öpüşelim, Ipad sana sarılamaz diyorum. Başını uzatıp, “Tamam tamam, hadi öp kafamı” diyor. Yani bu, bir yandan kaçınılmaz, ama bir yandan da ürkütücü bir şey, çünkü bize gelen öğrencilerin de duyuşsal ihtiyaçları bir yana, çıktıkları eğitim ortamları da git gide bu türden teknolojik donanımı yoğun eğitim ortamları ve bunlar olmaya da devam edecek. Bunu nasıl aşarız, bilmiyorum. Yani bir yandan teknoloji kullanımı olacak, ama bir yandan da kural koyarak, mesela, “Oğlum, tamam, o zaman günde 2 saat oynayacaksın” şeklindeki kısıtlamalarla engellenecek bir şey değil, çünkü onların gerçeği. Bizim bir şekilde onları daha iyi anlamamız, daha makul yollar bulmamız gerekiyor. Birtakım şeyleri olduğu gibi kabul etmemiz lazım. Yani insanları değiştireceğiz diye yola çıkılmaz, bu ne öğrenci, ne hoca açısından doğru bir şey değil. Hocaları da, başka çalışanları da değiştiremezsiniz, yani birinin başka birisini değiştirmeye kalkışması kadar yanlış bir yol, yöntem olamaz bence. Kişi ancak kendi isterse değişir.
Biz eğitimci, yönetici olarak ne yapabiliriz? Biz belli destekleri verebiliriz, koşulların oluşmasını, fırsatların oluşmasını sağlayabiliriz. Ama insanlara “değişeceksin” talimatı veren unsurlar var ne yazık ki. Okuduğunuz kitapta da var, duyduğunuz konferans sunumunda da. Mesela bir akademisyen çıkıyor, “Maalesef hocaların inançlarını değiştiremedik” diyor. Bu ne demektir? Böyle bir şey olamaz, bu bana göre çok yanlış ve üzücü.
On yıl Diller Okulunun direktörlüğünü yaptın. Bu, ondört yıllık geçmişi olan bir kurumda önemli bir süre. Bir çok yeniliğe, gelişmeye imza atmış olmalısın.
İşimi çok severek yaptım doğru, ama bir o kadar da yoruldum. Şimdi düşünüyorum da geri dönüp baktığımda, gerçekten gerek eğitim sisteminde beklentilerden dolayı verilen mücadeleler, gerekse hocası, öğrencisi, velisi, idari çalışanı olmak üzere tüm insanların memnuniyetini sağlamaya çaba harcamak. Hakikaten bir anlamda göbeğim çatlamış gibi ama yöneticilik yaparken bir o kadar da çok şey öğrendim. İyi ki Sabancı’ya gelmişim, iyi ki böyle bir görevde bulunmuşum ve aslında iyi ki İstanbul’a da gelmişim diyorum. Böylelikle kendime her açıdan çok daha fazla gelişim imkanı yaratmışım.
Keşfedilmeyi bekleyen kadın…
Dans, tiyatro, müzik... bunlarla epey ilgilisin
Evet şimdi itiraf ediyorum, aslında hep sahne insanı olmak istedim. Elimden tutan olsaydı, ben de sahne insanı olabilirdim belki. Mesela bir yıl şan dersi aldım konservatuarda, özel hocam vardı. Sonra annemler Belçika’daydı, parasını da ödemeyemediğimiz için kaldı o dersler. Birçok göbek dansı gösterilerine çıktım. Hatta kendi kostümümü diktim. Bu pek bilinmez, benimle ilgili. Galiba içimde yarım kalmış bir sahne merakım var. Yakın arkadaşlarım beni teselli etmek için, “Sen zaten sahne insanısın, sürekli sahnedesin. Gerek sosyal anlamda, gerek mesleki anlamda sunum yapıyorsun” derler ama bence aynı şey değil. Şimdi mesela bazı şeyleri seyredince böyle ağzım açık bakıyorum işte bu şarkıcılar, sanatçılar, film artistleri. Bu yaştan sonra, gerçi yaşım çok ileri değil ama karakter oyuncusu olabilirim diye ümitliyim. Bir fırsat çıkabilir belki!
Neden olmasın? Bir çok amatör topluluk var, oradan profesyonelliğe geçiş olabiliyor.
Ama yok ben artık biraz kısa yoldan olmak istiyorum öyle çok çalışarak değil, biri beni keşfedecek :))
Keşfedilmeyi bekleyen kadın Deniz Kurtoğlu Eken diye başlık atacağım.
Evet yani bir fırsat verilse mesela ne bileyim en azından iyi bir reklam filmi falan da olabilir.
Anlıyorum, evet. Edebiyata ilgin var edebiyatçı olmak istiyordun zaten ve şiirler yazıyorsun, Facebook’ta gördüm İngilizce yazıyorsun. Bilgi merkezinin yaptığı o şiir gününde okudun şiirlerini o konuda neler söylemek istersin?
Gençliğimde de yazıyordum aslında öyle çok ciddi değil. Herkesin ergenlik döneminde bir şeyler çiziktirdiği gibi falandı herhalde. İngilizce yazmamın sebebi de, çocukluğum İngilizceyle yoğrularak geçtiği için. Bunun öğretmen olmamla ilgisi yok. İngilizce ifade etmeyi sevdiğim için İngilizce yazıyorum. Şiir yazmam ciddi anlamda annemin vefatından sonra başladı. Annemizi biz 3,5 yıl önce 2009 Eylül’ünde kaybettik ve ondan sonra ilginç bir şekilde hemen değil, ama birkaç ay sonrasında anormal bir şiir yazma isteği başladı bende. Hatta tığ, örgü ve elişi merakı da o zaman geri geldi. Yani artık stres atma mıydı bir yandan, bir yandan ifade edilememiş bir takım şeyleri ifade etme şekli miydi bilmiyorum ama annemle ilgili değil illa ki. Ama galiba bir kayıptan dolayı, önemli bir kayıptan dolayıydı.
Ortaya çıkan ruh haliyle.
Evet yani bir vesile oldu herhalde şimdi de ara ara yazmaya devam ediyorum, hoşuma da gidiyor. Bazen dört satır oluyor, bazen işte çok daha uzun mısralar oluyor. Ve onu da istiyorum annem adına o gün söylüyordum sana partide. Annem adına hatta kardeşlerim de katılacak; çocuklara bağışlanacak küçük de olsa bir şiir kitabı bastırıp yani onu bir şekilde değerlendirmek. Annem adına bir şey yapamadım çünkü o beni üzüyor. Uğurkan Kurtoğlu hani Google'da yazsanız hiçbir şey çıkmaz. Yani bu tür şeyler işte onun için diyorum belki çok karamsar bir şey olacak ama insanların birbirine alınması, darılması falan bunlar çok boş geliyor bana. Yani oraya gidecek olduktan sonra herkes dini, inancı, düşünceleri, yaptıkları, yapmadıkları ne olursa olsun geriye kalacak hoş bir seda. İnsanın kendisiyle ilgili hoş bahsedilmesi, güzel anılması bundan büyük ödül olamaz hakikaten. Onun için de, annemin bir dikili ağaç gibi ne bileyim bir şeysi olsun işte hani ona ithaf edilmiş, adanmış... Keşke imkanım olsa... annem çocukları çok severdi, kapıcı çocuklarını okuturdu, öğretmen olmamasına rağmen okuma yazma öğretirdi. Onun adına mesela bir okul yaptırmak hani bir sürü yaptıran var ama ben de isterdim, çok isterdim öyle bir şeyler.
Peki hayatta ne umdun ne buldun?
Vallahi ben çok şanslı olduğumu düşünüyorum, hem de çok. Belki bir çok insan bunu söyleyemez ya da inansa bile söylemek istemez. Kimisi de işte ben feleğin çemberinden geçtim der, hep tokat yiyorum der, hiçbir zaman olumlu düşünemez çeşitli sebeplerden ötürü. Yani ben çok güzel bir hayatım olduğunu düşünüyorum. Gerek ailem açısından - tabii ki tatsızlıklar geçirdik bir takım hastalıklar oldu başka şeyler oldu - ama hani geneline baktığımda 47 yaşındayım, gerek mesleki anlamda, gerekse duygusal anlamda, çocuk anlamında, arkadaşlık anlamında yani çok şanslıymışım ve çok şanslıyım diye düşünüyorum. Çok sevdim ve sevildim, daha ne isteyebilirim ki? Bundan sonra peki ne kaldı geriye derseniz? Mesela bazen söylüyorum insanlar bana kızıyorlar ama şu gün - Allah korusun diyeceğim - adet yani bana birşey olsa, ne okul anlamında gözüm geride kalır ne başka şey olarak; bir tek oğlumu düşünürüm küçük olduğu için. Cüssesi büyük kuzumun ama o daha çok küçük. Onun dışında, "Ya tüh şunu da yapamadan gittim” falan, çok şükür diyecek bir şeyim yok. Ama işte şu sahne olayını Nesrin'ciğim, onu halletmemiz lazım :))
Bu hoş sohbet için teşekkür ediyorum.