Sabancı’ya “Kolbastıyı” tanıtan sıcakkanlı Karadenizli

Koray Şimşek: Horon oynarım, hop tek, kolbastı oynarım, onların hepsini yaparım. Düğünümüzde Sabancı Üniversitesi tayfasını epey bir korkutmuştum açıkcası. O videoları saklıyorum, onları kimseyle paylaşmıyorum. Çünkü, düğümüzde kolbastı çalmaya başlayınca, o zaman 2008 yazı, kolbastı kavramı henüz Türkiye’de bilinmiyord ve ilk kez Sabancı tayfası bizim düğünde gördü onu ve herkes şok oldu tabii ki.


Evlisin, bir çocuğun var diye biliyorum.
Türkiye’ye dönmenin tabii iyi tarafı bu oldu. Çünkü yurt dışında evlenme yönünde hiçbir ilerleme, gelişme olmadı hayatımda. Tabii annemler de başımın etini yiyorlardı bu konuda. Benim annem de her Türk annesi gibi. Ve döndükten sonra yani…



“Hadi sana kız bakalım” önerileri oldu mu?
Olmaz olur mu? Tabii annemin o yönü de elbette var ama, ben o tür şeylere gerçekten hiç sıcak bakmam, o yüzden hiç istemedim öyle bir şey olmasını. Gelir gelmez değil ama geldiğim yıl Trabzon’da bir Karadeniz gezisinde enteresan bir şekilde eşimle tanıştım. Eşim aslında Trabzonlu değil.  Burada işe başlar başlamaz CAFE ile ilgili projeler, dersler vesaireler, onlarla uğraşırken hiç Trabzon’a gidemedim. Ağabeyim “Sabancı’da hiç böyle ara dönem, tatil vesaire yok mu?” dedi. Ben de “bahar tatilimiz var” dedim. O yıl da 23 Nisan’la birlikte 9-10 güne filan uzayan bir tatil oluyordu. Ağabeyim, “bak Karadeniz otoyolu açılmış, hadi çift şoför, seninle gidelim,  memleketi özlemişsindir, gel orada bol pide yiyelim, Akçaabat köftesi yiyelim” falan dedi. Atladık gittik.

Her ne kadar çekirdek aile İstanbul’da olsa da teyzelerim, bütün akrabalarım orada benim hala. Gittik, Trabzon’da yaptığımız şey bizim, akrabaları dolaşmak, yemek, içmek, başka bir şey değil tabii. Orada teyzemin küçük oğlunu okul dışında gittiği eğitim merkezine götürdüğüm bir gün, eşim Mücella ile tanıştım. Mücella orada eğitmendi. Arkadaşlığımız hızlı bir şekilde ilerledi, 2008’de de evlendik zaten. Yani memlekete dönmenin böyle önemli artıları da var. Tersine beyin göçüyle birlikte evlilik de geliyor.
Öyle, bu yıl Haziran’da evliliğimizde beşinci yılımızı dolduruyoruz. Çok mutluyuz. Bir de bebeğimizle bu yıl taçlandık...

Bu yıl mı baba oldun?
Evet, kızımız 51 günlük oldu.



Maşallah, sen çiçeği burnunda bir babasın, 51 günlük baba, çok hoş, çok güzel. Trabzon’la ilgili, Karadeniz’le ilgili anılarından söz etsek.  Trabzon’da ne tür faaliyetlerde bulunurdunuz? Karadeniz benim de çok sevdiğim bir bölge. Özellikle Doğu Karadeniz, yeşili, coşkun dereleri, yaylaları, dağları. Oralarda doğayla ilişkin nasıldı?
Şöyle söyleyeyim: Ben bir Trabzonlu olarak, biraz, nasıl diyeyim, hani böyle kendimi derslerden yana akademik tarafta sivrilttiğim için diğer taraflardan bir Trabzonluya göre ortalamanın altında kaldım hep. Yani onlardan yararlanmadım değil, mesela horon oynarım, hop tek, kolbastı oynarım, onların hepsini yaparım, ama ortalama bir Trabzonluya göre biraz düşük kalabilirim. Şunu söyleyebilirim: Düğünümüzde Sabancı Üniversitesi tayfasını epey bir korkutmuştum açıkcası. O videoları saklıyorum, onları kimseyle paylaşmıyorum. Çünkü, düğümüzde kolbastı çalmaya başlayınca, o zaman 2008 yazı, kolbastı kavramı henüz Türkiye’de bilinmiyordu. Çünkü 2008 yazında aslında Karadeniz’de bir gençlik olimpiyatları, üniversite olimpiyatları oldu Trabzon’da, onun açılış seremonisini, koreografisini yapan Karadeniz Teknik Üniversitesi hocası gençlerden, öğrencilerden öyle bir kolbastı grubu kurup orada dans ettirince insanlar şaşırdı, bu nasıl bir şey, böyle folklorik bir şey mi var diye ve kolbastı Türkiye’de öyle patladı. Şimdi artık unutuldu tabii belki ama, o patladığı zamandan önceydi bizim düğümüz ve ilk kez Sabancı tayfası bizim düğünde gördü onu ve herkes şok oldu tabii ki. Benim gibi böyle hareketleri ağır olan bir insandan o figürleri görünce doğal olarak herkes şaşırdı. Videoda, düğün DVD’sinde görmeniz gerekir aslında, ama yine göstermiyorum, çünkü kimseyi utandırmak istemem, herkes korktu ve kaçtı, sahneyi boşalttılar ne oluyor burada diye. Çünkü eşim de güzel oynar, bir Trabzonluya göre ortalama altı olsam da ben de fena değilimdir. Yani folkloru çok severim gerçekten de. Trabzon’da bunları yapmak zorundasınız zaten, horon oynamak zorundasınız.



Karadenizlinin çok güzel bir kültürü var bence. Dans, müzik, canlılık günlük yaşamla her zaman iç içe.
Kesinlikle. O yüzden, çocukluğumdan beri ben onu yapıyorum. Ama tabii horon bir ekip işi. Bir ekip olarak horon oynamayalı 20 sene oldu. Trabzon’da en son orada lisedeyken oynamıştım.

Bir ara sanki Kadıköy’de hafta sonların insanlar toplanıp meydanda horon oynuyorlardı.
Tabii tabii, İstanbul’da oynanan yerler var, Trabzon Kültür Derneği var Üsküdar’da sanıyorum, bunu yapanlar var ama, tabii artık öyle bir koşuşturmanın içerisinde öncelikler içerisinde arkada kalıyor. Orada doğal bir şey çünkü, yani içindesiniz, orada yapıyorsunuz, ama burada artık.

Tabii canım. Karadeniz’de gezilere gittiğimizde yolda mola verilir verilmez arabalardan inilip, haydi hop bala hop bala horon oynanıyor. Sonra gene arabalara binilip gidiliyor yani. Ben de yaşadım.
Aynen öyle, oyunu çok eğlencelidir.
Yemeklerine ben çok düşkünümdür Trabzon’un. Yani burada de elimden geldiğince yakalamaya çalışıyorum yine onu, çünkü eşim Trabzonlu değil ama, orada 10 yıl civarında yaşadığı için epey Trabzonlu olmuş durumda. Kuymak vardır, kahvaltının değişmez gıdasıdır Trabzon’da gerçekten...

Mıhlama yani.
Rizeliler mıhlama der, biz kuymak deriz. Ama efektif olarak, mısır unu, peynir, tereyağı, aynı şey içerik olarak, onu çok severim. Peynirli, biz pide kelimesini kullanmayız, peynirli ya da kıymalı ifadelerini kullanırız, peynirliyi çok severim. Trabzon’da o kahvaltıda yenen bir şeydir, yani ağır gelir insanlara, Trabzonlu olmayanlara; onu severim.

Karalahana bence müthiş bir şeydir, benim için vazgeçilmez. Ben çok yemek seçen bir insanım aslında, arkadaşlar o yüzden çok dalga geçerler benimle. Mesela bizim yemekhanedeki yemekler iyi ama, ben hep pilav falan yerim burada, çünkü ana yemeklerin birçoğunu genelde sevmem. Ama o kadar yemek seçen biri olduğum halde, karalahana nesi olursa olsun, işte bizim köy yemeklerinde işte unlusu vardır, çorbamsı böyle, ... daha mısır kırmalarıyla yapılan bir versiyonu vardır, sarması ayrı zaten. Hatta, geçtiğimiz yıl sabbatical için MIT’deyken eşimle birlikte; Amerika’da da karalahana var, ama bizim gibi yapmıyorlar onlar, bilmiyorlar tabi. Biz orada karalahanaları aldık, eşim bir güzel sarmaları yaptı, yani Amerika’da bile karalahana sarması yedik yani.

Çok yemek seçerim gerçekten, o yönden çok kötüyümdür. Bir şekilde memleketin yemekleri bana daha cazip geliyor.

Kuymak, peynirli ve karalahana favori yemeklerin.
Evet, favorilerim onlar.

Peki şey var, benim de Karadeniz yemeği deyince hemen aklıma gelen şey Laz böreği; ben bayılıyorum Laz böreğine.
Tatlı olarak onu da severim ama, nedense benim için fındık çok farklı bir şey, yani her Karadenizli için öyle ama, fındık içinde olan bir tatlı benim favorim.
Şimdi buraya da bir şube açtılar Maltepe’de, Cemil usta diye bir Akçaabat köftecisi var, Trabzon’da Akçaabat köftesi deyince... Zaten Akçaabat Trabzon’un en büyük ilçesi, hemen 10 kilometre yakın Trabzon merkeze. Onu söylemeyi unuttum, Akçaabat köftesi de benim için çok önemli bir şeydir. Akçaabat köftecilerinin yaptığı böyle fındıklı bir baklava, çok ince, yani baklava çok ince yufkadan yapılır ama, çok ince yufkanın içerisine çok ince dövülmüş fındıklarla minik minik, adına da özel prens demişler nedense bilmiyorum. O da yeni bir isim galiba, eskiden biz ona sadece fındıklı baklava derdik, ama onlar öyle diyorlar şimdi. 

Minik minik dediğin ne, yuvarlak mı yapılıyor?
Kare şeklinde, küçük küçük ama, normal baklava dilimleri büyüktür, bu çok küçük küçük, ufak ufak atıştırmalık yiyebileceğiniz şekilde.
Yani ben Akçaabat köftesiyle birlikte o fındıklı baklavayı çok severim. Yani Laz böreği de hoştur ama, içinde fındık olmadığı için benim için çok arka planda kalıyor. Fındıklı tatlılar çok özel benim için.

Peki sabbatical’la ilgili söyleyebileceğin bir şey var mı?
Sabbatical leave her akademisyenin çok değer verdiği bir şeydir, çünkü her ne kadar...  Bir akademisyenin işinin 3 tane bacağı var; araştırma, eğitim/öğretim kısmı ve hizmet yani citizenship dediğimiz kısım. Bunların üçü de önemli tabii ki farklı ağırlıkları olsa da. Ama araştırmanın özellikle arada böyle çok yüksek bir yoğunlukla gitmesi gereken bir dönem lazım ki, hani belli bir kıvama ulaşsın araştırmalar ve ondan sonra biraz daha hafif bir şeklide, ama daha üretken olabilecek bir şekilde devam edebilsin. Sabbatical bence o işe yarıyor. Yani siz bir süre ders vermeye, idari işlerinizi yapmaya ara veriyorsunuz ve tamamen araştırmalara odaklanıyorsunuz. O yüzden, yani ben başlayalı 6 yıl olmuştu Sabancı’da ve dört gözle bekliyordum sabbatical’imi. Yani bir nevi doktora dönemine geri dönüyorsunuz, sadece araştırmalara odaklanabileceğiniz öğrencilik dönemine neredeyse. Çok iyi geçti benim için o yönden. Her ne kadar öğrencilerime ders vermeyi özlemiş olsam da, öyle bir ara vermeye ihtiyacım vardı kesinlikle yeniden bir başlangıç yapabiliyor olmak için. Ve bunu MIT’de geçirmek de çok iyi oldu, o yüzden bizim YBF’nin Sloan’la imzaladığı, Sabancı’nın MIT’yle imzalamış olduğu anlaşma bize çok faydalı oldu gerçekten.
İşte ben 3’üncü giden kişi oldum, herhalde 5 yıl daha sürecek o anlaşma, daha başka arkadaşlar da gidecekler.

O çerçevede sabbatical yaptın?
Tabii. Yani sabbatical hakkımız zaten var, ama bunu MIT’de geçirmek gibi bir opsiyon sunuyor bize. Bu MIT Sloan’la yaptığımız anlaşmanın bir parçası sadece. Yani bizim EMBA öğrencileri gidiyorlar oraya, dual degree master program var, oradan da bir sürü hocalar geliyor, işte bir parçası da bizim bir dönemimizi orada geçiriyor olmamız.

İlk giden sen misin?
Yok, ben üçüncü gidenim. Benden önce Enes Eryarsoy gitti, sonra Can Akkan gitti, ben, şimdi Burçin Bozkaya orada. Çok farklı yönleri var, yani sadece araştırma tarafı değil, orada MIT’yi tanıyorsunuz, orada yeni insanlarla tanışıyorsunuz. Bir de,  Boston Cambridge civarı tam bir eğitim merkezi diyeyim, yani Harvard var, işte MIT var, nehrin öbüründe Boston College, Boston University, Noertheastern,… bir sürü iyi okul var. Yani o yönden gerçekten iyi bir deneyim oldu benim için, iyi bir aralık oldu. Şimdi tam gaz buradaki çalışmalara devam…

Kariyerinde bir şarj oldu.
Evet, kesinlikle. Yani herkes de böyle bakar, yani bütün akademisyenler de tahminim böyle bakar o döneme. Bazısı kitap yazar mesela ara verdiği dönemde, bazısı araştırmalarını tekrar yoğumlaştırır.

Biraz alanına göre de değişiyor herhalde.
Doğru doğru. Yani finansta kitap yazmak biraz daha ikinci planda olan bir şey, daha çok makaleler önemli.



Peki, Yönetim Bilimleri Fakültesindeki faaliyetlerine ilişkin söyleyebileceğin bir şeyler var mı? Finans Cafe’yle ilgili ekleyeceğin bir şey var mı? Yani Sabancı Üniversitesi’ne ilişkin...
Yani fakülte olarak benim burada bulunduğum dönem içerisinde çok hızlı bir şeklide büyüdük gerçekten, hem sayıca, hem de kalite olarak, içerik olarak çok farklı bir noktadayız. Yani artık işte bir master programımız var, doktora programımız var, kadro olarak finans grubu 6 kişiye ulaştı, fakülte neredeyse 30 kişi oldu. Yani hiçbir zaman durmuyoruz, hep yeni bir şeyler yapmaya, yaratmaya çalışıyoruz ve hep de bu birlikte, yani yaştan bağımsız, kıdemden bağımsız. Bence belki de en güzel tarafı o. Yani hepimiz, işte ben 8-9 yıl tecrübeliyim doktora sonrasını düşünürsek, benden daha az tecrübeli olan arkadaşlar var, daha fazla tecrübeli olan arkadaşlar var, ama her şeyi hep beraber yapmaya çalışıyoruz, değişik bir şeyler, farklı bir şeyler ve Türkiye’de yenilik yaratacak şeyler yapmaya çalışıyoruz hep. Yani o yüzden bence burası bence çok farklı bir şey, yani eğitim felsefesi olarak zaten çok farklı bir yer Sabancı Türkiye’de. O yüzden hani diğer üniversitelere benzetilmek bana garip geliyor bazen; ki bence benzemiyoruz. Ama diğer yönlerden de bence yine öncü, hep farklı olmaya çalışan bir yer ve bunların hep faydalarını görüyoruz diye düşünüyorum.

Üniversitelerin gerçek misyonu, toplum nezdinde öncü olmak, misyonun bir tanesi değil mi öncü olmak? Sabancı Üniversitesi onu gerçekleştiriyor, öyle de olmalı, yani bütün üniversiteler öyle olmalı. Mutlusun Sabancı Üniversite’sinde olmaktan, Yönetim Bilimleri Fakültesinde olmaktan.
Mutluyum.

Kıyı Dergisi nedir?
Kıyı, Trabzon’da 1960’larda kurulmuş şiir ağırlıklı olan, ama düz yazının da olduğu bir kültür sanat dergisi. Tabii orada böyle bir yayını sürdürmek o kadar zor ki, dönem dönem kapanmış açılmış. Babam, 2’nci ya da 3’üncü dönem, şu an tam hatırlamıyorum, ama Kıyı’nın bir dönemdeki kurucularından biriydi.

Baban edebiyat ile ilgileniyor muydu?
Rasim Şimşek. Daha çok düz yazıları vardır, ama torunlar, abimlerin çocukları olduktan sonra onlar için şiirler de yazmaya başlamıştı. Edebiyat evimizden hiç eksik olmadı. Onun vefatından sonra ben de dergiyi alarak devam ettirmek istiyorum, yani takip etmek istiyorum.

Babanın mirasını devraldın ve sürdürüyorsun.
Bir nevi onun mirası, evet. Her ne kadar ben o yönden yetenekli olmasam da, yani şiir yazmak, düz yazı yazmak gibi becerilerim olmasa da, takip etmeye çalışıyorum.

Sevgili Koray, bu renkli sohbet için çok teşekkür ederim.