Sanatın Anka Kuşu: ZERO

Yazı: Neslihan Kandolu

Zero sergisinde sona yaklaşırken bir ziyaret ve izlenimler...

Güneşli bir günün verdiği keyfi de aldım yanıma, Rumelihisarı Sahili'nden kaptırdım gidiyorum Emirgan'a doğru. Kışın soğuğundan bir kurtuluş olarak gördüğümüzden midir, bilemem, ama bu huzur veren, hafif ve yakmayan güneşin deniz kokusuyla birleştiğinde verdiği mutluluk kesinlikle paha biçilemez. Hava soğuktu, evet. Ama güneş ve eşsiz Boğaz manzarasının yanında bu beni sahilyolunu yürümekten alıkoyamazdı.

Hedefim, saat 11 yönündeydi. Ağaçların sakladığı girişi mavi Sabancı yazısını farketmemle beraber hemen saptım. Gişe tam karşıdaydı işte, bir arabaya son anda ezilmekten kendimi kurtarıp -adeta ölüm kalım meselesiymişçesine- kendimi gişenin o küçük ama sıcacık kulübesinin içine attım. Biletimi aldım ve tekrar soğuk havaya karışıp ağaçların içinde gizlenmiş, bir yandan içinde minik turuncu balıkların yüzdüğü küçük bir su süsünün eşlik ettiği merdivenleri tırmanmaya başladım. Tırmandıkça bazen durup, arkamı dönüp o güzel manzaraya baktım, Dünya'nın başka hiçbir yerinde rastlayamayacağınız o eşsiz, güzelim İstanbul'a, aklımdan İlhan Berk'in dizelerini geçirerek: İşte, kurşun kubbeler şehri İstanbul'dasın.

Gelmiştim işte ihtişamlı, gelin kadar beyaz, Atlı Köşk'e.

İki at heykeli ve güvenlik görevlisi karşıladı haliyle beni. Usulca içeri girdim, ve ZERO'nun gizemli dünyasına doğru ilerledim, ilerledim.

İçeri girdiğimde düşündüğüm ilk şeyler minimalistlik, basitlik, sadelik, siyah ve beyaz oldu.

Zero'nun da ziyaretçilerinde bırakmak istediği izlenim de bu aslında. Bir yeniden doğuş, anka kuşu misali küllerinden doğan bir sanat.

Nature offers enormous impulses from the elements and their vast materialization as means of expression and form: The sky, the sea, the arctic and the desert, air, light, water, and fire -Otto Piene, 1965.

Zero akımının önemli isimlerinden olan Otto Piene, Zero'yu kısaca şöyle tanımlar:

“Grup Zero, sıradan gruplardan değildir, burada bir başkan, bir lider, bir sekreter, ya da buna mensup üyeler yoktur. O, birçok sanatçının arasındaki insani ilişkiden ve farklı insanların arasındaki sanatsal ilişkiden ibarettir. Bu akım, bir grup genç sanatçının çalışmalarına ve hayal güçlerine Düsseldorf'taki hiçbir galerinin ilgi göstermediği zamanlarda, 50'lerin ortasında başladı. Bu soruna sadece sanatçılara gösterime açık olan ve bir gece boyunca süren gece sergileri düzenleyerek çözüm buldular.'Zero' ismi aylarca süren bir araştırmanın sonucuydu, ve bu ismi az çok şans eseri bulduk. Ama en başından beri bu terime, nihilist ya da dada tarzı bir ifade olarak değil, yeni başlangıçlar için saf olasılıkların sessizlik kuşağını vurgulayan bir ifade olarak yaklaştık. Roketlerin atılmasıyla başlayan geri sayım gibi; Zero da eski, yıkılmış devletlerin yeniden doğduğu ölçülemez bir alandır.” (Piene, 1965, s. 20)

Daha genel ve özet bir tanımlama yapılacak olursa, II. Dünya Savaşı'nın bıraktığı maddi ve manevi yıkımın tepkisi olarak da tanımlanabilir bu ZERO akımı. Ortaya çıktığı ilk yıllarında çok kıymeti bilinmese de daha sonrasında modern sanatın önemli bir yol göstericisi, ışığı oldu. Günümüzde bile birçok modernist sanatçı, eserlerinde onun ışığından faydalandı ve faydalanmakta.

Bu ışığın kaynaklarının başlıca isimleri Heinz Mack, Otto Piene, Yves Klein, Günter Uecker, Piero Manzoni, Lucio Fontana oldu.

Bazen ilhamları renkler oldu, bazen titreşim ve hareketlerden, bazen sadelikten, boşluktan ve beyazdan etkilendiler. Piero Manzoni ilhamını şöyle açıklar:

“Bir resim, sadece var olma özelliği taşır; hiçbir şey söylemek zorunda değildir, sadece var olmalıdır; birbirine uyumlu iki renk bile bir ilişki yaratır ve bu ilişki, tek, sınırsız, mutlak dinamik yüzeyin anlamına yabancıdır; tamamına erdirilemez olma da özünde monokromdur, daha doğrusu her tür renkten yoksundur (ve zaten monokrom olan da, her tür renk ilişkisinden yoksun olduğu için, renksiz değil midir?). Komposizyonu, formu kullanan sanat sorunsalı, burada her tür değerini kaybeder: Total mekanda form, renk, boyut anlamlarını yitirirler; sanatçı özgürlüğü fetheder (...)” Özgür Boyut, 1960 


Bazense ışıktan, insandan, doğadan ya da insaniyetin doğal uğraşı olarak kabul ettikleri “teknoloji”den etkilendiler.

“Artık elimde gerçek mekanın içine giren -tuval ile görünür hale gelen yanılsama mekanın değil- bir malzeme vardı. Ve içinde yaşadığımız mekanın içine giren, o mekanda bulunan gerçekliğin ışık ve gölgeler aracılığıyla kendini ifadesini sağlayan işte bu malzemeyi, çiviyi, ben daha da geliştirmeye çalıştım.” Günther Uecker, Freddy de Vree ile Konuşma, 1972

Sabancı Müzesi'nin alt katlarında ilerlerken telefonumun kesinlikle çekmediğini ve bu yüzden her hangi bir şekilde aramalarla rahatsız edilemediğimi görünce seviniyorum; çünkü bu tarifi mümkün olmayan sanat eserlerinin derinliklerine inebilmek için “tam konsantre” olarak, sessizce ilerleyebilirdim. Aynı şekilde, onların eserlerini bizlere sunma aşamasına getirmeden önce yaptıkları gibi... Başka türlü onları nasıl anlayabilirdik, onlarla empati yapmazsak?

Fakat bana düşen şey, bu değerli ve özgür ruhlu sanat insanlarının yaratıcılıklarıyla ürettikleri, asla bayatlamayan meyvelerinin tadına bakmak oldu.

Neslihan Kandolu / Sabancı Üniversitesi


Otto Piene, Şişme Nesneler, 2014