Erdal Bey

Bu eşsiz insan önce Türk fizikçileri arasında, sonra da bütün ülkede pek az kişiye gösterilen içten bir hayranlık, saygı ve sevgi ile hep “Erdal Bey” olarak anılageldi.  Şimdi de ondan başka bir şekilde-meselâ resmî akademik ünvanıyla- bahsetmeye elim varmıyor. 

Erdal Bey hakkında en güvenilir kaynak kendi yazdıkları ve konuşmaları.  Politikacılar başarılarını abartıp hatalarını örtbas etme eğilimindedir; Erdal Bey’in yaptıklarına ve bunlar hakkında söylediklerine bakınca tam tersi bir durum var; gerçeği görebilmek için onun lehine düzeltmeler ve eklemeler gerekiyor.  Bir örnek: doktora tezi aslında “pi sıfır” adlı yeni bir temel parçacığın varlığını ve Oppenheimer-Snyder “sağanak” teorisini teyit eden önemli bir çalışma, fakat Erdal Bey buna çok kısaca değinir.  Böyle düzeltmeleri yaptıktan sonra ortaya çıkan tablo, bir yandan bilime, bir yandan da Türkiye’ye hizmet etmeye adanmış ve bu iki çelişebilen talebi bağdaştırabilmiş örnek bir hayat ve kişilik. Burada görev addettiği bilim dışı işler uğruna çok daha parlak olabilecek bir bilimsel kariyerden bilerek bir ölçüde fedakârlık ettiği, fakat politik kariyeri sırasında bile esas gayretinin Türkiye’de bilim kurumlarını ve geleneğini güçlendirmekte yoğunlaştığı görülüyor. Aşağıda özet bir biyografi içinde bu iki yönlü uğraşını izlemeye çalışacağım.

Erdal Bey’in entelektüel ilgilerini Gazi Lisesindeki iyi hocaları ve babasının zengin kütüphanesi uyarıyor.  Önce Descartes’a kapılarak felsefeyi seçmeyi düşünüyor, fakat sonra matematikle fiziksel olayların açıklanabilmesinden etkileniyor.  İzafiyet teorisinden ve de Broglie’nin  popüler bir kitabıyla Kuantum Mekaniğinden haberdar olunca fiziğe meylediyor.  Babası da “ O zaman fizik oku, felsefeye ömür verilmez” diyerek onu destekliyor.  Zaten Ankara’da bir Fen Fakültesi Tıp Fakültesine ön hazırlık olarak plânlanırken,  Mevhibe Hanım’ın “Erdal da Ömer gibi İstanbul’a gidecek” kaygısıyla açılış belki biraz öne alınıyor ve Erdal İnönü 1943’te ilk öğrencilerden oluyor.  AÜFF’nin açılmasına Erdal Bey’in Türkiye’de Fen Bilimlerinin kurumlaşmasına ilk katkısı olarak bakılabilir!  Bu yepyeni bölümden 4 yılda bugün de son derece seçici olan Caltech doktora programına kabul edilecek bir başarıyla mezun oluyor ve orada da telâfi dersleri almadan gene 4 yılda yukarıdaki parlak tez çalışmasıyla mezun oluyor.  Sınıf arkadaşlarının bağımsız araştırma tecrübesi kazanmak için postdoc pozisyonlarına başvurduklarını görünce, hemen geri dönmektense Princeton’da Eugene Wigner ile grup teorisinin fizikte uygulanması üzerinde çalışmak istiyor.  Bu çok isabetli tercihi nasıl yaptığı biraz meçhûl; kendi söylediğine göre grup teorisi bilgisi Bell’in Men of  Mathematics kitabındaki Galois bahsinden ibaret, fakat Tosun Terzioğlu Cahit Arf’ın Erdal Bey’e daha Ankara’dayken bir grup teorisi problemi verdiğini, Erdal Bey’in de bunu Cahit Arf’ı şaşırtacak bir başarıyla çözdüğünü duymuş.  Bu da Erdal Bey’in başarılarını gizlemesinin bir örneği olabilir. 

Bu arada Wigner’in geçen yüzyılın en önemli birkaç teorik fizikçisinden birisi olduğunu, 1963’te Nobel aldığını, ve çalışma arkadaşı seçmekte son derece yüksek standartlar uyguladığını belirtmek gerekir.  Erdal Bey’de dikkat çekici bir potansiyel görmese onu yanına almazdı. Wigner 1939’daki çok önemli bir çalışmasında uzay-zamanın homojenlik, izotropi ve Einstein Özel İzafiyet Teorisinden gelen simetrilerini Kuantum Mekaniğine uyguluyor ve buradan bütün parçacıkların sadece spinleri ve kütleleri ile belirlenen dalga fonksiyonlarını, yani Poincaré grubunun temsillerini, ve bunların uymak zorunda olduğu denklemleri elde ediyor.  Işık hızı sonsuza götürüldüğünde Poincaré simetri grubunun Newton fiziğine uygun Galilei grubuna dönüşeceği fiziksel olarak belli; Wigner Erdal Bey’e bunu matematiksel bir yöntem haline getirip Poincaré temsillerinin nasıl Galilei temsillerine dönüştüğünü araştırmasını öneriyor.  Problemde Wigner’in beklemediği incelikler çıkmasına rağmen çözümü elde ediyorlar.  Bu operasyona “contraction” demeyi Erdal Bey teklif ediyor ve Wigner hemen kabulleniyor.  Genel yöntemin başka önemli örneklerini de veriyorlar; belki en ilginci Poincaré grubunun aynı şekilde SO(4,1) grubundan çıkarılması. Erdal Bey Wigner madalyasını neredeyse elli sene sonra bu çalışmanın yeni uygulamaları bulununca aldı.

Böylece 1952’de Erdal Bey 26 yaşındayken bilimsel kariyerine çok iyi bir doktora ve olağanüstü bir doktora sonrası başarısıyla başlıyor.  Amerika’da Wigner ve başkaları ile çalışmaya devam ederek kariyerini en üst uluslararası düzeyde sürdürebilecekken hemen Türkiye’ye dönmek istiyor.  Bu, hayatını belirleyen “görev-saf bilim” tercihlerinin ilk ortaya çıkışı.  Wigner şaşırarak “neden gidiyorsun, tam önemli sonuçlar elde ediyorduk” diyor, fakat hemen arkasından “anlıyorum, ülkene hizmet etmek istiyorsun.  Fakat bir tehlikeye dikkat et: Türkiye ve benim memleketim Macaristan gibi yerlerde her konunun uzmanı bulunmadığı için, senin gibileri gerçek alanları dışındaki işlere de koştururlar” diye uyarıyor.  Erdal Bey bu kehaneti o zaman pek anlamadığını, ancak 30 kadar sene sonra kendisini bile şaşırtan bir kararla politikaya girmeyi kabul edince hatırladığını anlatmıştı. 

Türkiye’de 1952-57 arası askerlik, AÜFF’nde asistanlık ve doçentlik gibi merhalelerle geçiyor; 1957’deyse fizikçi Besim Tanyel A.B.D.’nin “Atoms for Peace” fonlarıyla birçok Türk bilim insanının Amerika’da araştırma tecrübelerini artırmalarını sağlayacak bir program düzenliyor. Benim neslimin programın önemini fark etmesi de Erdal Bey’in kusursuz kadirşinaslığı sayesinde.  Birkaç konuşmasında programdan faydalananları ve katkılarını anlatırken, Tanyel’in ilkeli bir tutumla bu fırsattan kendisini mahrum edişine de dikkatimizi çekmişti.  Benzer bir ilkelilikle, Erdal Bey de bu imkânı kendi araştırma ilgilerine uydurmaktansa,  programın lâfzına sadık kalıyor; konu değiştirerek reaktör fiziği ve nötron transport teorisine giriyor. Ücretsiz izin alamadığı AÜFF’den istifa ederek, 1957-60 arasında Princeton ve Oak Ridge’de nötron transport teorisi, Boltzmann denkleminin ve çarpışmaların grup teorik simetrileri ve matematiksel fizik hakkında makaleler yayımlıyor.  Çalışmalarının bazıları Wigner’le; bazı diğerleriyse Wigner’e “benim vicdanım gibisin, bitirmem gereken işleri hallediyorsun” dedirtiyor.  

Oak Ridge’den 1960’da ODTÜ’ye geliyor, profesör oluyor; 1960-68 arası Fizik ve Teorik Fizik bölümlerinin ve TÜBİTAK’ın kuruluşunda önemli katkılar yapıyor. Teorik Fizik bölümü başkanı ve sonra da Fen-Edebiyat dekanı oluyor, yani bu dönemde bilimsel araştırmadan çok, görevler ağır basıyor.  Fakat gayretleri yerleşik bir düzende rutin idarecilik değil; Türkiye’deki bilimsel etkinlikleri dünya standartlarına yaklaştıracak yeni kurumlar yaratmaya yönelik.  Bu arada 1962’de Feza Gürsey’le birlikte İstanbul Robert Kolej’de (New York’da 2006’da yirmialtıncısı yapılan) International Colloquium on Group Theoretical Methods in Physics toplantılarını başlatıyorlar; bu aynı zamanda Wigner madalyalarının da verildiği konferans dizisi. Konuşmacılar ve madalya alanlar arasında Nobel’liler ve sonradan Nobel alacaklar var; 1962’deki ilk cilt ise bugün de başvurulan bir klâsik.  Tanımayan gençler için de Feza Gürsey’in Türkiye’nin herhalde gelmiş geçmiş en başarılı teorik fizikçisi olduğunu, Türkiye’de teorik fiziğin gelişmesine büyük katkılar yaptığını ve 1969-2000 yılları arasında Yale’in en prestijli teorik fizik kürsüsü olan J. Willard Gibbs profesörlüğünde bulunduğunu belirtelim.

1968-69 akademik yılını Columbia ve Princeton’da geçirdikten sonra, 1969-71 arasında önce ODTÜ rektör vekili, sonra da rektör oluyor.  Radikal öğrenci hareketleri karşısında sertlikten kaçınma ısrarı 12 Mart ortamında onun önce rektörlükten, 1974’deyse ODTÜ’den ayrılmasına ve önce Princeton’a, arkasından Boğaziçi Üniversitesine gitmesine yol açıyor.  Bu arada 1973’te Boltzmann denkleminin simetrileri hakkındaki çalışmalarıyla TÜBİTAK Bilim Ödülü alıyor.

Boğaziçi üniversitesinde 1975-83 arasında önce Fizik bölümü başkanlığı, sonra da Temel Bilimler Fakültesi dekanlığı yaparken 1977’de ODTÜ’nün o zamanki idaresinden kaçmak isteyen bazılarımız için küçük çaplı bir “Boğaziçi’ne sığınanlar” operasyonu yönetti.  Burada Erdal Bey’in bilimi desteklemesinin kurumsal düzeyde kalmadığını, çok defa zor durumda kalan bilim insanlarının, hatta öğrencilerin somut problemlerine çare bulduğunu da minnet duygularımla belirtmeliyim.  Bugün Feza Gürsey Enstitüsü olarak devam eden TÜBİTAK Temel Bilimler Enstitüsü’nü 1983’de kurması  araştırmacı bilim insanları için yeni bir sığınak yarattı, fakat YÖK yasası ve TÜBİTAK’a müdahaleler Erdal Bey’i artık hiçbir korunmalı yer kalmadığı ve bilimsel organizasyonun ancak yukardan politik güçle düzeltilebileceğine inandırdı; bu düşüncesini Feza Gürsey’e açtığını biliyorum.  Böylece Türkiye’de bilimi korumak için kendi bilimsel kariyerinden fedakârlık etmek gibi paradoksal bir seçime zorlandı.  Nitekim kabineye girince TÜBİTAK’ın özerkliği ve yönetimi öncelikli ilgileri oldu.

Yeni rolünde de Türk politik hayatında görülmemiş tutumlar sergiledi: İlk defa (ve şimdiye kadar son defa!) iki rakip partiyi birleştirebilen, uyumlu bir koalisyon ortaklığı yürütebilen, parti kongrelerinde Pell denklemi çalışan, omuza alınmayı fizik bilgisiyle engelleyen, ve en önemlisi liderliğini kendi kararıyla sona erdiren, partili-partisiz herkesin sevmeye ve saymaya devam ettiği bir Genel Başkan.  Politikayı bırakır bırakmaz bilimle ilgili çalışmalara geri döndü:  Feza Gürsey Enstitüsü ve Sabancı Üniversitesi’nde Türkiye bilim tarihi ve ülkelerin bilimsel performansları hakkındaki çalışmaları, kulaktan dolma seviyesinde (meselâ 1933 reformu öncesi ve sonrası) kalan tartışmalar yerine ne yapılması gerektiğini örnek yayımlarıyla ortaya koydu.  Bu arada seminerleri kaçırmıyor, Sabancı’da çok popüler bir bilim tarihi dersi veriyor, anılarını yazmaya devam ediyor, bilimle ilgili konuşma davetlerini de geri çevirmiyordu.  Son iki senede bunları yaparken ölümcül bir hastalıkla mücadele ettiğini biliyoruz.  Houston’da ağır bir tedavi görürken bile devraldığımız dersi için kurye ile imtihan soruları ve cevaplarını göndermeyi ihmal etmedi.  Bunları hep saklayacağım. 
 
Princeton’da 1986 yılında Wigner’le çalışan genç bir Alman fizikçisi Türk olduğumu öğrenince “Wigner Erdal İnönü’nün öldüğünü duymuş” demiş, ben de yanıldığını söylemiştim. Birkaç gün sonra tekrar gelip “ben Wigner’e sordum, o öldüğünden emin” diye ısrar etmişti.  Erdal Bey bu hikâyeden çok hoşlandı ve birçok yerde, hatta Wigner madalya töreninde tekrarladı.  Kendi yorumu, Wigner’in Erdal Bey’in politikaya girme kararını bilimsel ölümü olarak gördüğüydü.  Wigner’in 1952’deki ilk kehaneti doğru çıksa da, Erdal Bey bilimsel ve diğer eserleri, bize bıraktığı kurumlar ve toplumsal sorumluluk duygusunu bilime bağlılığıyla uzlaştıran örnek hayatıyla, Wigner’i ilerde de yalanlamaya devam edecek.

Cihan Saçlıoğlu - Sabancı Üniversitesiöğretim üyesi