2015 Paris İklim Zirvesi sonrası izlenimler paylaşıldı

İstanbul Politikalar Merkezi (İPM)-Sabancı Üniversitesi-Stiftung Mercator Girişimi ev sahipliğinde 2015 Paris İklim Zirvesi – COP21’den İzlenimler Paneli yapıldı. Sabancı Üniversitesi’nin Karaköy’deki Minerva Palas binasında gerçekleştirilen panele, Paris’te zirveyi izleyen İPM Kıdemli Uzmanı Ümit Şahin, 2014/15 Mercator-İPM Araştırmacısı Ethemcan Turhan, 2015/16 Mercator-İPM Araştırmacısı Hande Paker ve Sabancı Üniversitesi CDP Türkiye Proje Yöneticisi Mirhan Köroğlu Göğüş konuşmacı olarak katıldı. Panele katılan dört konuşmacı da 30 Kasım – 12 Aralık tarihinde Paris’te gerçekleştirilen 2015 Paris İklim Zirvesi – COP21’de gözlediklerini ve zirveye ilişkin izlenimlerini paylaştı.

Panelde ilk sözü alan Ümit Şahin COP21’e ilişkin şunları söyledi: “Sabancı Üniversitesi bu sene ilk kez akredite kurum olarak COP21’e katıldı. İstanbul Politikalar Merkezi olarak 30 Kasım’da WWF Türkiye ile birlikte hazırladığımız Türkiye İçin Düşük Karbonlu Kalkınma Yolları ve Öncelikleri Raporu üzerine bir yan etkinlik ve 9 Aralık’ta Kömür Raporu üzerine bir basın toplantısı düzenledik. Bu sayede Paris İklim Zirvesi’nde Türkiye’nin politikaları ve müzakerelerdeki pozisyonuyla ilgili öneri ve eleştirilerimizi sunma fırsatı bulduk.

Paris Konferansı önceki iklim zirveleri ile karşılaştırıldığında en canlı iklim konferanslarından biriydi ama beklediğimizden daha sönüktü. Bunun nedenleri arasında 13 Kasım’daki saldırılardan sonra Fransız hükümetinin olağanüstü hal ilan etmesinin ve sivil eylemlere yönelik yasakların etkisinden söz edilebilir. Ancak zirveye katılım çok yüksekti ve 10 bini sivil toplumdan olmak üzere 30 bin kişinin konferansın resmi bölümüne kayıtlı olduğu açıklandı.

COP 21’den çıkan Paris Anlaşması basına büyük bir başarı olarak yansıdı. Sonucun böyle sunulmasının iki nedeni olabilir: Paris’ten bir anlaşma çıkmasını beklemeyenlerin çok sayıda, yani zirvenin sonucuna ilişkin karamsarlık dozunun yüksek olması, ya da medyanın bu konuları çok fazla takip etmemesi. Paris Anlaşması’nın kabul edilmiş olması önemlidir, ama ortada kurgulanmış bir başarı hikayesi olduğunu da söylemek gerekir. Hatta Birleşmiş Milletler’in ve ev sahibi Fransa’nın bu anlaşmadan bu kadar büyük bir başarı öyküsü çıkarmasını anlaşma içeriğindeki yetersizliklerin üzerini örtmeye çalışan bir politik manevra olarak yorumlamak da mümkün. Ancak yine de 2009’da Kopenhag zirvesinin çökmesinin yarattığı şokun aşılması ve Kyoto Protokolü’nün yerini alacak yeni bir anlaşmanın kabul edilmiş olması açısından Paris Konferansı yine de çok önemli bir dönüm noktası olarak nitelendirilebilir. Ayrıca bu anlaşmayla iklim değişikliğinin ne kadar büyük bir tehdit olduğu en güçlü biçimde ilan edilmiş oldu ve iklim değişikliği inkarcılığı dalgası, yani özellikle ABD’de de aşırı sağın yürüttüğü iklim değişikliğinin varolmadığı ya da insan kaynaklı olmadığı tezi çöktü.

Paris Anlaşması’nın Kyoto Protokolü’nden Farkı

Paris İklim Anlaşması’nda Kyoto Protokolü’nden farklı olarak izin verilebilecek  maksimum sıcaklık artışı hedefi konuldu. Küresel ısınmanın 2 santigrat derecede ve mümkünse 1,5 santigrat derecede sınırlandırılması gerektiğinde uzlaşıldı, ki ısınma bugün 1 dereceye ulaşmış durumda. Kyoto’dan farklı olarak azaltım hedeflerinin karbon bütçesi anlayışıyla değerlendirilmesi de anlaşmada yer aldı.  Kyoto’da sera gazı salımlarını ortalama yüzde 5 azaltım hedefi vardı ancak bu hedef karbon bütçesi hesabına dayanmıyordu. Karbon bütçesi hesabına göre küresel ısınmayı 2 santigrat derecede sınırlandırmak için 2100’e kadar küresel olarak en fazla 1000 gigaton karbondioksit daha atmosfere salınabilir. Böyle bir rehberin olması azaltım hedeflerinin işe yarar olup olmadığının ölçülmesi açısından önemli bir gelişme. Ayrıca Paris Anlaşması bu kez sadece gelişmiş ülkelerin değil, 195 ülkenin de yer aldığı evrensel bir iklim rejimi yaratıyor. Yukarıdan dayatılmış bir azaltım hedefinin değil, ülkelerin kendi belirledikleri ulusal katkı beyanlarıyla (INDC) iklim değişikliğiyle mücadeleye katıldıkları bir anlaşma olması da önemli. Bunun dışında, ilk kez iklim adaleti, toprak ana gibi kavramlar anlaşma metnine girdi.

Anlaşmadaki Sorunlar

Paris İklim Anlaşması’nın en önemli eksiği iklim değişikliğini durduramayacak olması. Anlaşmada 2, hatta 1,5 derecede sınırlandırmadan bahsedilse bile, ulusal emisyon azaltım hedeflerinin yer aldığı INDC’ler küresel ısınmayı 3 dereceye çıkartacak kadar yetersiz. Üstelik anlaşma bağlayıcı olsa bile eki sayılabilecek ve anlaşmanın en önemli kısmını oluşturan ulusal katkı beyanlarındaki emisyon azaltım hedefleri için bağlayıcılık söz konusu değil. Zaten Kyoto Protokolü de bağlayıcı bir iklim anlaşması olmasına rağmen, Kanada anlaşmadan çekilmiş ve hiçbir yaptırıma uğramamıştı. Net bir yaptırım öngörülmedikçe, örneğin bir iklim mahkemesi kurulmadıkça bu durum değişmeyecektir. Ancak bu anlaşmada emisyon azaltım hedeflerinin bağlayıcılığı daha da zayıf.

Paris anlaşmasındaki bir diğer sorun ise 2050’ye kadar ekonomiyi karbonsuzlaştırma hedefinin yer almaması. Anlaşmayla bu yüzyılın ikinci yarısında (ki bu aralık 2051-2100 arası gibi geniş bir dönemi ifade ediyor) karbon nötralizasyonuna ulaşma hedefi konuldu, ancak, kullanılabilir bir negatif emisyon teknolojisi ortada yokken nötralizasyon nasıl olacak, bu hedefe ne zaman nasıl ulaşılacak belli değil.

Yapılması Gerekenler

Bu anlaşmada asıl yapılması gereken 2020’ye kadar ulusal emisyon azaltım hedeflerini belirleyen mevcut INDC’lerin revize edilmesini mecbur kılmaktı. Ancak şu anda 2025’e kadar ülkeler mevcut hedeflerle devam etme hakkına sahip görünüyorlar. Bu da dünyaya bir 10 yıl daha kaybettirebilir. Türkiye açısından ise bundan sonraki ev ödevi 2018’e kadar ciddi bilimsel çalışmalarla INDC’sini revize etmesi ve fosil yakıt kullanımının artışına dayalı büyümenin sonlandırılması olmalıdır. Yeni INDC yapılana ve 2020’de Paris Anlaşması yürürlüğe girene kadar bütün yeni kömürlü termik santral lisanslarının iptal edilmesi veya askıya alınması da karbon altyapısına kilitlenmeyi engellemek için bir önlem olarak düşünülmelidir.”

Ethemcan Turhan COP21 izlenimlerini şu şekilde aktardı: “Paris’e gidilirken en temel tartışma konularından biri Türkiye’yi de ilgilendiren bir mesele olarak gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki ayrışmaydı. Ancak bu ayrışmanın sadece diplomatik terimler ile belirtilmesinin yanında ortak fakat farklılaştırılmış sorumlulukların kimler tarafından nasıl işlevselleştirileceği konusunda belirsizlikler söz konusu. Bu haliyle Paris Anlaşması, 1992 tarihli BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin eklerine atıf yapmasa da bu ayrım üzerinden hareket ediyor gibi görünüyor.

Paris’te iklim borcuna sebep olan yani gelişmelerini erken dönemde fosil yakıtlara dayalı tamamlayarak atmosferdeki adil kullanım haklarını çoktan tüketen ülkelerin iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinden zarar gören gelişmekte olan ülkelere finansman vermesi masadaydı. 2009 yılında Kopenhag’da önerilen 2020 sonrası yılda 100 milyar dolarlık bir iklim finansmanı havuzu oluşturulması kararı Paris’te resmen alındı. Yeşil İklim Fonu (GCF), Uyum Fonu (AF), En Az Gelişmiş Ülkeler Fonu (LDCF) gibi mekanizmalar ile bu fonların gelişmekte ya da en az gelişmiş ülkelere aktarılması kararlaştırıldı. Ancak Türkiye -en azından anlaşmanın bu haliyle- gelişmiş ülke statüsünden ötürü Küresel Çevre Fonu (GEF) hariç  diğer fonlardan faydalanamayacak. Bu hususta COP21 dönem başkanı ve Fransa dışişleri bakanı Laurent Fabius, Türkiye’nin talebi üzerine 2016’da Fas’ta düzenlenecek COP22’ye kadar Türkiye’nin özel koşulları üzerine istişareler yapacağını belirtti.

Şunu vurgulamak gerekir ki iklim finansmanı sadaka veya yardım değil haktır. Bu yüzden de bu finansmanı hem azaltım ve uyum için destek hem de halihazırda verilen zararın tazminatı olarak ele almak gerekir. Özellikle ABD’nin baskılarıyla Paris Anlaşması’nın kayıp-zarar mekanizmalarıyla ilgili bölümüne bu mekanizmanın herhangi bir sorumluluk/tazminat doğurmayacağı maddesinin eklenmesi bu açıdan çarpıcı. ABD açısından anlaşmanın cumhuriyetçilerin çoğunlukta olduğu kongreden geçmeyeceği öngörüldüğünden böyle bir maddenin eklenmesi gerekiyordu. Öte yandan özellikle Paris’te üzerinde uzlaşılan iklim finansmanının ülkelere verilen mevcut resmi kalkınma yardımına (ODA) ek olarak verilmesi gerekir. Halihazırda çift taraflı ve çok taraflı mekanizmalar aracılığıyla iletilen kalkınma yardımlarının (ki OECD ülkelerinin GSYİH’lerinin %0.7’sine denk gelmesi gerekir) yeşile boyanarak sunulması riski de bulunduğu ve böylelikle iki kere sayılması söz konusu olduğu için özellikle dikkatli olunması gerekiyor.

Paris Anlaşması önemli bir diplomatik başarı ancak gezegenin biyofiziksel sınırları göreceli gelişmeleri ve diplomatik zaferleri umursamıyor. 1.5 santigrat dereceyle sınırlanmış bir iklim değişikliği için şu ana kadar verilen taahhütler ve yaptırımlar yetersiz. Ülkelerin çok daha gerçekçi ve bilimle uyumlu adımlar atmaları gerekiyor. Her ne kadar Paris Anlaşması yüzyılın ikinci yarısında (2050-2099) karbon nötrlüğü hedeflese de bu bir bilimsel bir nitelik taşımıyor zira hem de karbon tutma saklama gibi negatif salımlar olacağını iddia eden yanlış çözümlere hem de uluslararası olarak transfer edilen azaltım çıktıları adıyla anlaşmaya işlenen karbon offsetlerine/piyasalarına bel bağlıyor. Bu da mevcut iktisadi-politik sistemin sadece teknolojik gelişmelerle aynen devam edebileceği gibi bir illüzyon yaratıyor. Öte yandan dünyanın en önde gelen bilim insanlarının söylediği gibi eğer 2020-2030 arasında küresel seragazı salımlarında zirve yapıp, 2050 itibariyle küresel ekonomiyi tamamıyla karbonsuzlaştırmazsak 1,5 santigrat derece gibi 2 santigrat derece limiti de ancak hayal olarak kalabilir.

Bir başka çarpıcı sonuç olarak Paris Anlaşması metninde kömüre, fosile ve yenilenebilir enerjiye atıf yapılmıyor. Dahası uluslararası taşımacılıktan (gemi ve havayolu) doğan salımlar da anlaşmaya dahil edilmediğinden önemli bir eksiklik mevcut. Uluslararası taşımacılık sektörü neredeyse Almanya’nın salımlarına denk düşecek miktarda toplam seragazı salımlarının %2’sine sebep oluyor. Öte yandan anlaşmanın giriş bölümünde cinsiyet eşitliği, göçmen hakları, insan hakları ve Doğa Ana ile ilgili referansların varlığı önemli bir kazanım olarak değerlendirilebilir.

Türkiye, Paris sonrasında özel koşullar politikası gütmek yerine sosyo-ekonomik bir dönüşüme hazır olmalı. Halihazırda küresel ölçekte pek çok özel sektör kuruluşu fosil yakıtlardan çıkarken Türkiye’nin de hem kendi toplumsal gelişmesi için hem de küresel ölçekte bir oyuncu olması için bunu dikkate alması önemli. Bu anlamda bir enerji dönüşümü planı çerçevesinde net azaltım hedefleri konulmalı ve somut adımlar atılmalı. Dahası mevcut uyum stratejileri de güncellenerek kısa, orta ve uzun vadede bu stratejinin altbaşlıkları için ciddi miktarlarda kaynak aktarılmalı. Yerel yönetimlerin de bu hususta önemli bir rolü var. Türkiye iklim değişikliği konusunda eğer bir 20 yıl daha kaybetmek istemiyor ve öncü olmak istiyorsa, araştırma-geliştirme ve özellikle iklim değişikliği konusunda akademik çalışmalara ve kurumlara yatırım yapmalı. Ben şahsen Paris’i büyük bir zaferden ziyade önemli bir politik sıçrama tahtası olarak görüyorum. Dünya Paris sonrası mutlaka bir dönüşüm yaşayacak fakat mühim olan bu dönüşümün adil, eşitlikçi, katılımcı ve şeffaf olması. Fosil yakıt sektöründe çalışanlar için de bu dönüşümün adil olması önemli. Bu sektörlerden çıkacak milyonlarca kişi için yeni beceriler kazandırma ve yeni sektörlere yönlendirme konusunda kaynak ayırılmalı. Türkiye değişen bir dünyadan ayrı kalamayacaktır bu nedenle de ne kadar erken ve öncü davranırsa oyun kurucu olmaya o kadar yaklaşabilir.”

Hande Paker COP21 izlenimlerine ilişkin şunları söyledi: “COP21’de iki ana alanda sivil toplum katılımı gördük. Bunlardan birincisi resmi müzakerelerin devam ettiği mavi bölgenin yanında sivil toplumun çalıştığı BM tarafından düzenlenmiş alandı (climate generations). İkincisi ise “Zone d’action pour le climat (İklim Eylem Bölgesi)” denilen sivil toplum katılımcılarının alternatif zirve yürüttüğü alandı. Bu alanlarda iklim adalet ağları, küresel STK’lar, yerel-küresel hareketler ve yerli halklar çeşitli toplantılar, yan etkinlikler ve forumlar düzenledi.

“İklim adaleti” kavramı uzun zamandır sivil toplumun gündeminde ancak iklim değişikliğinin teknik değil siyasi bir mesele olduğunu hatırlatması açısından ses bulması önemliydi. “Karbonsuzlaşma” anlaşma metnine giremedi ancak sivil toplum hareketinin en önemli talepleri arasındaydı. Fosil yakıt endüstrilerinin bitirilmesi çerçevesinde önemli bir kampanya şirketlerin fosil yakıt yatırımlarından vazgeçmesini talep eden (Divestment) kampanyasıydı. Anlaşma çerçevesine giren bazı çözümlerin yanlış çözümler olduğu vurgulandı. Nükleer enerji, hidroelektrik enerji elde etmek için yapılan ancak büyük ekolojik ve sosyal tahribata yol açan barajlar ve karbon piyasalarının yanlış çözümler olduğunun altı çizildi. Yenilenebilir enerji, enerji üretimini daha küçük ölçekte düşünmek ve atıklardan enerji üretmek gibi yaratıcı çözümler ise gerçek alternatifler arasında sayıldı. Ayrıca işçi haklarını gözeten şekilde enerji üreten ve herkes tarafından erişilebilir temiz enerji üretimini hedefleyen enerji adaleti/demokrasisi kavramı ses buldu. Bunlara ek olarak, gıda güvenliği yerine gıda egemenliğinden bahsedilmesi gerektiği konuşuldu. Sorunun sadece masada gıda olması değil, gıdanın kimler tarafından nasıl üretildiğinin de tartışılması gerektiği belirtildi. 

Alternatif zirvelerde  iklim değişikliği ve adalet, iklim değişikliği - enerji politikaları, işçi hakları - iklim değişikliği, insan hakları - iklim değişikliği, küresel ticaret anlaşmaları ve sınırsız büyüme kesişen meselelerdi. Bu meselelerin kesişmesi iklim hareketinin tabanın genişlemesi açısından önemli. Geleceğe yönelik yoğun eylemlilik planları ise iklim hareketi yaratma fikrinin güçlenerek devam ettiğini gösteriyor.

Paris anlaşması bağlayıcılığı olan kuvvetli bir anlaşma değil ve 1.5 santigrat derece hedefinin var olan INDC’lerle gerçekleşmesi mümkün değil. Yine de ortak bir çerçeve sağladığı ve söylemsel de olsa bazı hedefler koyduğu söylenebilir. Ancak asıl sorulması gereken soru bu anlaşma hakikaten dönüştürücü bir araç olabilir mi? Buradan bir iyi bir de kötü haber çıkarmak mümkün. İyi haber, iklim hareketinin eylemliliği, kapsayıcılığı ve ortak kaygılar müşterekler üzerinden hareket edebilmesi. Kötü haber ise karar alıcılar ve sivil toplum arasındaki etkileşimin zayıf olması ki dönüşüm açısından karar alıcıların kilit rolü düşünüldüğünde bu önemli bir eksiklik.”

Son olarak panelde konuşan Mirhan Köroğlu Göğüş’ün COP21’e ilişkin izlenimleri şöyle: “Paris Konferansı’nda iş dünyasının önceki senelerden çok daha aktif olduğunu ve farklı yapılar içinde hareket ettiğini gördük. Bu yapılar arasında yer alan We Mean Business koalisyonu, şirketleri iklim değişikliği ile ilgili açıkladıkları verilerin ötesine bakmaya ve küresel bir iklim anlaşmasını desteklemeye çağıran ve Paris’te iş dünyasının özellikle müzakerelerden beklentilerini ve anlaşmada yer almasını bekledikleri konuları vurgulayan çalışmalar yürüttü. Talep edilen başlıkların bir kısmı Paris Anlaşması’nda yer aldı. Science Based Targets (Bilime Dayalı Emisyon Azaltım Hedefleri) adı altında CDP’nin başı çektiği inisiyatif ise konferans öncesi ve sırasında bilim dünyasının ve hükümetlerin de kabul ettiği gibi küresel sıcaklık artışının en fazla 2 derece seviyesinde tutulmasını sağlamak amacıyla şirketlerden bilime dayalı metodolojilere göre emisyon azaltım taahhütlerinde bulunmalarını talep etti.

İşin yatırımcı ayağında ise Birleşmiş Milletler ve CDP’nin ortaklığında kurulan Portfolio Decarbonization Coalition (Portföy Karbonsuzlaştırma Koalisyonu) girişimi yer aldı. Yatırımcılar bu girişim kapsamında portföylerinin karbon miktarlarını aşamalı olarak azaltmak için düzenli olarak portföylerinin karbon miktarını ölçmek ve açıklamakla yükümlü. Paris konferansı sırasında özellikle Allianz ve ADP gibi lider iki yatırımcının koalisyona katılması süreci daha da görünür kıldı. Yatırımcılar özellikle tüm ülkelerin Paris konferansı öncesi ve sırasında Birleşmiş Milletlere sunduğu katkı beyanlarını sonuna kadar destekleyeceklerini ve taahhüt edilen değişime hazır olduklarını belirttiler. Bu değişimin ana bileşenlerinin ise karbon fiyatlandırması, yatırım portföylerinin karbonsuzlaştırılması, teknolojik yatırım ve inovasyonun desteklenmesi olduğu vurgulandı. Yine Birleşmiş Milletler çatısı altında kurulan Caring for Climate hareketi kapsamında Paris’te bir iş dünyası forumu gerçekleştirildi. İş dünyası liderlerini iklim değişikliğine karşı çözümler ve politikalar üretmek üzere harekete geçirmeyi hedefleyen girişim kapsamında şirketler özellikle iklim değişikliği adaptasyonu konusunda yeni ve inovatif çözümler üretmek için çalışacaklarını vurguladılar. Özellikle teknolojik yatırımlar ve inovasyon alanında fosil yakıtlara bağımlı bir ekonomi kapanından bir türlü kurtulamayan dünyanın halen eski teknolojileri kullandığını ve karbon emisyonlarının neredeyse yarısının bu eski teknolojilerden kaynaklı olduğu vurgulandı. Bu kapandan kurtulup yenilenebilir enerji ve inovasyon destekli bir ekonomik sisteme geçişin ancak finansal destekle sağlanabileceği, bunun da yeşil büyüme ve yeni iş imkanlarının kapısını açabileceği konuşuldu. Ekonomik dönüşümün sağlanması için gerekli dinamiklerin henüz oluşmadığı ve fosil yakıtların hala pazarı domine ettiği vurgulanarak fosil yakıtlara verilen desteklerin acil olarak kaldırılması ve bu desteklerin yeni teknolojiler ve yenilenebilir enerjiye aktarılması gerektiği üzerinde duruldu.

Karbon fiyatlandırması konusu Paris anlaşma metnine girse de karbonsuzlaşma (decarbonization) hedefinin çıkartılarak yerine  ‘karbon nötrlemesi’ kavramının getirilmesi ve henüz etkinliği kanıtlanmamış karbon tutma ve saklama sistemleri ve karbon piyasalarına dayanan ibarelerin anlaşmaya girmiş olması iş dünyasını harekete geçirecek süreçlerin kısa vadede sekteye uğramasına sebep olacaktır.”