#AkademisyeneSor'un yeni konuğu Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Öğretim Görevlisi Murat Germen oldu.
Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Öğretim Görevlisi Murat Germen
“Fotoğraf bana müthiş bir odaklanma ve dünyadaki
tüm olası sorunlardan soyutlanma fırsatı tanıyor”
C.E-B.E-E.M: Şehir planlaması lisans, mimarlık yüksek lisans eğitimi aldınız. Peki, sonra neden fotoğrafa yöneldiniz?
M.G: Ben özgürlüğüne düşkün biriyim. Bunu bir marifet olarak söylemiyorum. Eğitimini aldığım her iki meslekte de, yani mimarlık ve şehir planlamasında çok büyük bütçeler söz konusu. Mesela bir müzisyensin ve bir parça yaptığında prodüksiyon masrafın çok fazla olmuyor. Bir müzik aleti çalabiliyorsan, sesin de iyiyse şarkı yapıp görece bağımsız bir şekilde ortaya çıkarabiliyorsun. Birileri ortaya çıkardığın şarkıyı, besteyi pek beğenmediği zaman yeni bir parça deneyebilirsin, beklediğin ilgi oluşmadı diye maddi anlamda batmazsın. Halbuki mimarlıkta öyle değil. 2-3 işte çuvallarsan hem para hem de prestij kaybedersin, bir daha kimse sana iş vermez. Mimarlık genellikle müşterinin bütçesiyle yapılıyor ve o kişi parayı bastırdığı için mimardan kendi istediği gibi bina yapmasını istiyor. Aynı müşteri acaba “Beni şu yöntemle ameliyat et veya tedavimi şu şekilde yap” diye bir doktora söyleyebiliyor mu? Zengin bile olsa kendini doktorun eline tamamen teslim ediyor, “Doktor kurban olayım beni bir şekilde sağlığıma kavuştur” diyor. Hâlbuki mimarlığa geldiğinde herkes fikir sahibi... Oysaki biz bu işin uzmanlığını okuduk, bize güven ve bırak o işin doğrusunu yapalım. Şehir plancılığında da mimarlıkta da parayı bastıranın buyurganlığı olduğundan “bu iş böyle yürümez!” dedim. Sürekli başkalarının direktifleri altında yaşayamam. O nedenle bu iki mesleği de icra etmiyorum.
C.E-B.E-E.M: Fotoğrafta kendinizi yeteri kadar özgür hissediyor musunuz?
M.G: Evet, hissediyorum. Mimarlık ve kent plancılığı eğitimleri gördüğüm için bazen bu iki alanı ilgilendiren bazı konularda bana sipariş üzerine belgesel nitelikte işbirliği talepleri gelebiliyor. Talepte bulunanlar çerçeveyi iyi belirlediği sürece, taleplerini iyi bir şekilde listelediklerinde ben onların istediklerini çekiyorum ama aynı zamanda kendi doğru bulduğum türden içerikleri de çekip desteye dâhil ediyorum. Bunları “bonus” olarak veriyorum ve beklediklerinden daha fazlası ellerine geçtiği için pek hoşlarına gidiyor. Kendi beklediklerinin ötesinde bir de benim bakış açımla çektiğim görsel tasvirleri görmüş oluyorlar. Fotoğrafın sanat boyutunda ise zaten özgürlük tamamen bana ait, ben hangi projeyi istiyorsam onun üzerine çalışabilirim ve kimse buna karışamaz, müdahalede bulunamaz. Karşı tarafta benim yaptıklarımla ilgilenen bir izleyici grubu olduğu sürece, istediğin her türlü konuyu çalışıp insanların önüne sunarak devam edebilmek olası.
C.E-B.E-E.M: Neden akademisyen oldunuz?
M.G: Aslında bu durum benim kontrolüm dışında gerçekleşti diyebilirim. Öğrenmeyi seviyorum, dolayısıyla elimdeki bilgiyi paylaşmayı da seviyorum. Buna “öğretmek” demek istemiyorum, bilgileri detaylandırarak aktarmak hoşuma gidiyor. Hal böyle olunca, Amerika’daki eğitimden döndükten ve askerlik hizmetimi yaptıktan sonra ve tam kafamda “aldığım eğitimlerle bağlantılı olarak neler yapabilirim?” soruları dolaşıyorken, Bilkent Üniversitesi’nin ilk kurulduğu yıllarda Mimarlık Fakültesi’nde hocalık yapan Yıldırım Yavuz beni okulda hocalık yapmaya çağırdı. Yıl 1993 ve ben 28 yaşındaydım, hocalık yapmak için genç bir yaş. Fikir hoşuma gitti ve tamam dedim. Ankara doğumlu olmam da işin cabası. Ailem ben doğduğumda görev icabı Ankara’da imiş, sonrasında İstanbul’a geri dönmüşüz. 93-94 akademik yılında bir senelik bir Bilkent tecrübem oldu, 94 başında eşimle tanıştım ve sonrasında İstanbul’a geri dönmeye ve hiç niyetim olmamasına karşın 94 Ekim’de evlenmeye karar verdik. Akademisyenliğe bir süre ara verdim. Sonrasında Bilgi, Yıldız, Yeditepe Üniversitesi gibi okullarda yarı zamanlı eğitim verdim. 2002’de Sabancı’da yarı zamanlı çalışmaya başlayıp, sonrasında tam zamanlıya geçtim. Sabancı’da çalışmaya başlamadan önce hayatımda çeşitli meslekler, işler ve çalışma ortamları denemiş ve değiştirmiştim. Hayatımda şu ana kadar en uzun süre bünyesinde kaldığım kurumsal yapılanma Sabancı Üniversitesi’dir ve bundan sonra da tek olacak. Burada olmaktan oldukça mutluyum; ben okul idaresine güveniyorum, onlar bana güveniyor. Olduğum halimle beni burada barındıran bir yapı, o anlamda müteşekkirim.
C.E-B.E-E.M: Sabancı Üniversitesi’nde verdiğiniz dersler nelerdir, içerikleri hakkında bizi bilgilendirir misiniz?
M.G: Fotoğraf mesleki ve sanatsal hayatımda merkezde olduğu için, başat derslerim fotoğraf dersleri. VA 328 ve VA 329 birbirlerinin devamı olan iki fotoğrafçılık dersi. Daha ileri seviye olan VA 329 çift kodlu yani aynı zamanda yüksek lisans öğrencilerimizin de alabileceği bir ders. Bunlar dışında Arayüz Tasarımı adlı bir dersim var, kulağa daha çok yazılımsal bir içerik gibi gelse de tümüyle bir fikir ve vizyon üretme dersi. Hayatta bir çok şey arayüz aslında; trafik ışığı, televizyonun uzaktan kumandası, akıllı telefonlar, işletim sistemleri, klavye, fare, fırın ve ocakların komuta düğmeleri, vb. Arayüz çok geniş bir kavram, ben derslerde sadece yazılımsal bir arayüze odaklanmaktansa yaşamsal arayüz kavramları üzerinden gidip çeşitli vizyon projeleri üretilmesini teşvik ediyorum. Öğrenciler Güz 2019 yarıyılında iklimsel değişim, küresel ısınma, enerji, müzik eğitimi, bilgisayar oyunu komuta arayüzü gibi farklı konularda işler ürettiler ve bazıları düşük bütçeler gerektiren prototipler inşa ettiler.
“VA 310 dersi okul ve mezuniyet sonrasındaki
yaşam arasında bir bağ kuruyor”
VA 310 ise 14 hafta boyunca ziyaretlerle geçirdiğimiz bir ders, Görsel İletişim Tasarım ve Görsel Sanatlar programından mezun olan insanların, mezuniyet sonrasında ya işbirliği yapabilecekleri ya da çalışabilecekleri ortamlara götürüyorum onları. Müze, matbaa, tasarım ofisi, ajans, sivil toplum kuruluşu gibi yerlere ziyaretler yapıyoruz. Bize gittiğimiz yerlerde ya işverenler ya da çalışanlar çeşitli sunumlar yapıyorlar, hem ben hem de öğrenciler sorduğumuz çeşitli detay soruları ile gittiğimiz yerin kendine has dinamiklerini keşfetmeye çalışıyoruz. Çocuklar mezun olduktan sonra ziyaret ettiğimiz yerlerde veya benzeri kurumlarda çalışmak isteyip istemeyecekleri konusunda bir farkındalık geliştirmiş oluyorlar bu sayede. Yararlı bir ders olduğunu düşünüyorum çünkü okul ve mezuniyet sonrasındaki yaşam arasında bir bağ kuruyor. Okullar bazı açılardan çok teorik kalabiliyor ve mezun olduktan sonra hiç beklemediğin bir hayatla karşılaşabiliyorsun, diğer deyişle sudan çıkmış balığa dönebiliyorsun. Sektörle sizlerin bağlantısını kurmaya ve mezuniyet sonrası ne gibi ortamlarda çalışabileceğinizi göstermeye çalışıyorum bu derste.
C.E-B.E-E.M: Lisans eğitimi mimarlık üzerine olmayan ancak ileride bu alanda çalışmak isteyenlere ne önerirsiniz?
M.G: Mimarlık, gerçekten de mimarlık eğitimi almayı gerektiren bir meslektir. Bu eğitimi almadan mimarlığa soyunanların ne gibi tuhaflıklar üretebileceğini çarpık kentleşmemizde görebiliyoruz. Mimarlık eğitimi birçok farklı konuyu bir araya getiriyor. İşin içinde yaratıcılık ve vizyon var, biraz sosyoloji, antropoloji var, ama aynı zamanda tasarladığınız şeyin ayakta durması da gerekiyor ve o nedenle yapı-statik algısı, bilgisi gerekiyor. Ben ilk İ.T.Ü.’de şehir plancılığı, sonra üzerine mimarlık okudum. MIT’de aldığım mimarlık yüksek lisans eğitimi 3.5 yıl sürdü çünkü mimarlık lisans eğitimim olmadığı için bazı temel lisans dersleri almam zorunluydu. Neredeyse 2. bir üniversite okumuş gibi oldum.
Mimarlığı iç mimarlık ölçeğine indirirsek, olay başka bir boyuta geliyor. İç mimara bir mimarın tasarladığı binanın içinde bir daire veriliyor ve iç mimar iç mekânı dekore ediyor. İç mimarın bir binanın dış hacmini tasarlamak ve şehirle olan ilişkisini kurmak gibi bir meselesi yoktur. İç mimarlık eğitimi almadan dekorasyon işine soyunan çokça insan var ve bazıları oldukça da tanınan kişiler. Konu hakkında herhangi bir mesleki eğitimleri olmasa da, zevk sahibi olmak sayesinde insanların evlerini hem onların istedikleri hem de kendi zevkleri arasında bir denge kurarak etkileyici iç mekan tasarımları yaratabilen insanlar var.
C.E-B.E-E.M: Okulun mimarisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
M.G: Burada biraz eleştirel olmak istiyorum. Kampüs tasarımımız Amerikalı Cannon diye bir mimarlık şirketine yaptırıldı. Şikâyetlerimden bir tanesi şu; iç mekânlarda kerteriz noktası, referans alabileceğimiz bazı noktalar yok. Bu yüzden kendinizi kolaylıkla yönlendiremiyorsunuz ve kaybolabiliyorsunuz. Kendi fakülte binamda ilk çalışmaya başladığımda bunu hissetmiştim, derse çağırdığım misafirlerim de aynı şeyi hissediyor ve söylüyorlar. “Burası bir labirent gibi ve kayboluyoruz” diyorlar. Burada mimarın hacim ve sirkülasyon dengesi konusunda ustalığını konuşturması lâzım. Bina kare formunda ve kare kendini tekrarlayan bir form olduğundan dolayı bazı yönlenme zorlukları yaşanabilir. Buna önlem olarak belirgin bazı referanslar koyarsanız; örneğin FASShane’nin olduğu köşeyi mavi, onun yanındaki avluya çıkan kapının olduğu köşeyi de sarı renge boyarsınız, geriye kalan iki köşeye de kırmızı ve yeşil gibi akılda kalan temel renkleri atarsanız kafamızda oraları öyle referanslandırırız. Nasıl yelkenciler ilerideki bir adayı, kayayı veya gece olduğunda Kuzey Yıldızı’nı kerteriz alıyorlar, kullanıcılar da bina içindeki yönlenmelerini renklere göre yapabilirler. Derler ki “avluya hep sarı köşeden çıkıyorum, bir şey yemek içinse mavi köşeye gidiyorum!”.
Mimarlıkta dikey ögeler önemsenir, özellikle de meydan veya park gibi geniş bir kamusal alan söz konusu olduğunda. Camide minare, kilisede çan kulesi örneklerinde olduğu gibi dikey mimarlık bileşenlerinin hacimsel anlamda bitirici, sonlandırıcı, zapt edici nitelikleri vardır. Bizim kampüste de benzer bir hevesle bir kule inşa edilmiş ama şu an onu kullanamıyoruz; “kullanamıyorsak neden var?” diye sorası geliyor insanın. Diğer bir konu; yemekhane büyük bir kubbe altında bizi topluyor ve fikir pek hoş, ama akustik olarak performansı iyi değil. Bazı noktalara oturduğunuzda konuştuğunuz direkt olarak mekânın diğer ucundaki başka bir noktaya aktarılabiliyor, tepedeki kubbe akustik iletişim çanağı vazifesi görüyor, ki bunu arzu etmeyebilirsiniz çünkü birçok sohbet özeldir ve başkaları tarafından duyulması istenmez. Fen müzelerinde akustiğin dinamiklerini anlayabilmeniz için çanak yerleştirmeleri vardır. İki adet çanak, arada hayli uzun bir mesafe bırakılarak karşı karşıya konur. Sen çanağa doğru kafanı dönüp alçak sesle bile bir şeyler fısıldadığında öbür uçtaki çanağın yanında duran arkadaşın seni duyar ve başka kimse bu konuşmayı duyamaz.
Her daim hijyenik tutulması gereken bir bankacılık merkezi veya hastane gibi hissediyorum bazen binaların içerisinde. Hiç olmazsa görsel sanatçıların olduğu bina, öğrencilerin ve bizlerin iz bırakabileceği bir ortam sunmalıydı. Dünyadaki hatırı sayılır güzel sanatlar fakültelerinde durum böyledir, binaya girdiğiniz gibi hemen anlarsınız sanatçıların olduğu bir mekâna, evrene duhul ettiğinizi.
C.E-B.E-E.M: Peki avlu kullanımı hakkında ne düşünüyorsunuz?
M.G: Pek yeterli değil, sadece bazı hava şartlarında avluyu kullanabilir duruma geliyoruz. Avlunun farklı iklim koşullarında daha fazla kullanılabilmesi için önlemler alınabilir. Avluda gölge verecek kameriyeler olsa bence çok hoş olurdu. Düşünsenize avluda en az 8-10 tane, tercihan daha fazla, içinde divan gibi oturma mobilyası inşa edilmiş kameriye olduğunu; arkadaş grupları hem aşırı güneş hem de yağmur şartlarında bile oralara oturabilse pek hoş olmaz mıydı? Kampüste kamusal alanların daha yoğun bir şekilde kullanılabilmesine yönelik bazı önlemler alınması gerektiğini düşünüyorum.
Aslında aynı şey İstanbul için de geçerli. Özellikle Beylerbeyi, Kuzguncuk, Çengelköy, Adalar gibi eski İstanbul'u yaşayabileceğiniz mahallelerde küçük, insan ölçeğinde çardaklı sempatik köşeler vardır. İdeal İstanbul nasıl bir yer olmalı diye düşünüyorsanız Adalar'a gidin, eskiden İstanbul'un nasıl bir yer olduğunu orada anlar ve keyfini çıkarırsınız. Hâlbuki İstanbul'un yeni bölgelerine baktığımızda kamusal alanda insanların kendilerini rahat hissedebilecekleri küçük köşeler bulmanın pek kolay olmadığını görürüz. Sözünü ettiğim şeyler İstanbul'u İstanbul yapan şeyler.
“Yaşam dışarıdadır”
Yeni mahallelerde dış mekândaki yaşamın desteklenmediğini görüyorsun. Hep kapalı yerlere doğru bir yönlendirme var. Hâlbuki bence yaşam dışarıdadır; sokaklarda, parklarda, meydanlarda, sahillerdedir. Dışarıda insan tanırsın, hava alırsın, alışageldiğin konfor alanından çıkıp keşif yaparsın. Dış dünyadan çok fazla koparıldık, bunlar ayrıştırıcı hamleler. Dışarıya kapalı güvenlikli siteler çok arttı ve özellikle tercih eden çok insan var. Şahsen bunu hiç tercih etmedim, yaşadığım yerden dışarıya adım attığım an sokakta olmalıyım. Çocukken hep sokaklardaydım; devamlı bilye, futbol, saklambaç, ortada sıçan, seksek gibi çeşitli oyunlar oynardık. Sabahtan akşama kadar sokakta olma hali beni çok özgür hissettirirdi. Bu kadar özgürlüğe düşkün olmamda sokağın kesinlikle bir payı var bence. Çünkü sokakta her istediğimizi yapardık; zaman zaman çok gürültü çıkardığımız olurdu ama arada sıkı azarlar işitsek de, büyüklerimiz anlayış gösterirdi şu ya da bu şekilde.
“Yurt dışına eğitim amacıyla gitmek isterseniz tabii ki gidin
ama uzun vadeli yaşamak amacıyla gidecekseniz iki defa,
hatta daha fazla düşünün derim.”
C.E-B.E-E.M: Biyografinizde hem Londra hem Türkiye'de yaşadığınız yazıyordu. Hem Londra hem Türkiye'de mi yaşıyorsunuz?
M.G: Londra'da bugünlerde çok daha az vakit geçirmeye başladım. Doğrusunu söylemek gerekirse Batı'dan yana çok hayal kırıklığı içerisindeyim. Eskiden varılması gereken hedef olarak gördüğümüz Batı medeniyeti bu nitelikten gittikçe uzaklaşıyor ve daha faşizan, dıştan gelen insanlara kapalı bir hale geliyor. Şimdilerde Batı’nın ürettiği sanata ve akademik araştırmalara baktığımda eskisi kadar ilerici görmüyorum Batı'yı. Senede 2-3 konferans vesilesi ile yurtdışına çıkıyorum ve bu etkinliklerde sunulan içeriklere baktığımda beni hayran bırakan çalışmalar artık neredeyse yok denecek kadar azaldı. Eskiden ürettiklerini farklı formatlar altında yeniden derleyerek “temcit pilavı” tadında içerikler sunuyorlar.
Geçtiğimiz İngiltere seçimlerinde benim çok sevdiğim bir muhalefet lideri olan Jeremy Corbyn için İngiliz entelektüelleri büyük umut ve heyecan besliyordu ama Boris Johnson adlı sağcı adam kazandı, dünyanın birçok yerindeki ırkçı sağ eğilime uygun bir gidişatla. Amerika'da Donald Trump, İngiltere'de Boris Johnson, Macaristan’da Viktor Orbán, Fransa’da Emmanuel Macron, Hollanda’da Geert Wilders (her ne kadar başkan olmasa da), ve benzeri insanların başa geçmesi veya güçlenmesiyle tüm hevesim kaçtı Batı’yla ilgili. Batı ülkelerine, özellikle de Kuzey Avrupa ülkelerine konferans katılımı dışında olabildiğince gitmiyorum. Amerika vizem 2016’da bitti, 2013’den beri gitmiyorum ve uzunca bir süre de gitmeye hiç niyetim yok. Türkiye dışında kendimi evimde hissettiğim yerler Akdeniz ve Latin Amerika ülkeleri. Arada Londra’ya gitmeyi severdim ama bu küresel ulusalcı sağcı siyasi konjonktür beni çok hayal kırıklığına uğratıyor. Suriye krizi sonrasında Batı’nın cilasının döküldüğünü ve kirli arka bahçeyi görür hale geldiğimizi düşünüyorum. Biz 4 milyona yakın Suriyeli mülteciyi ülke içinde tutalım diye atmadıkları taklak, yapmadıkları ikiyüzlülük kalmadı. Bu yüzden size önerim, yurt dışına gitmek isterseniz eğitim amacıyla tabii ki gidin ama uzun vadeli yaşamak amacıyla gidecekseniz iki defa, hatta daha fazla düşünün derim. Batı’da, özellikle de Kuzey Batı ülkelerinde hasta olduğunuzda kapınıza gelip size bir çorba getirecek insan bulamazsınız. Ama burada bulma ihtimaliniz çok daha yüksek. Genç yaşlarda bunun ne kadar önemli bir nimet olduğunun farkına varamıyor olabilirsiniz ama haklı olarak, ama 40’lara 50’lere geldiğiniz zaman bunun ne kadar önemli bir şey olduğunu anlıyorsunuz. Bana bir şey olsa aynı gün içinde kapıya yardım için dizilecek en az 10-15 yakın arkadaşım var; bu nasıl güzel bir his biliyor musun? Sahiplenildiğini, sevildiğini hissediyorsun. Haberi aldığında zart diye işini gücünü bırakır gelir yanına. Oğlum bunu şahsen deneyimlediği için siyaset bilimi eğitimini bitirdiği Londra’dan dönme kararı aldı ve çok mutluyum.
“Fotoğrafı; kendimi başka eylemler sırasında hissetmediğim kadar iyi hissetme,
kayıt altına alma ve arşivleme, bize bahşedilmiş bu harikulade dünyaya tanık olma,
çeşitli kültürleri tanıma vesilesi olarak görüyorum.”
C.E-B.E-E.M: Fotoğraf çekerken motivasyonunuz nedir?
M.G: Gerçekten çok haz aldığım bir eylem, bu kadar olmaz yani. Makinayı “on” konumuna getirip çekmeye başladığımdan itibaren sanki başka bir evrene ışınlanmış gibi hissediyorum kendimi. Dünyada ne oluyor ne bitiyor, Boris Johnson gelmiş Corbyn kaybetmiş umurumda bile olmuyor. İngilizcesiyle tam bir ‘euphoria’ yani saf ve içgüdüsel bir coşku hali. Diğer yandan, fotoğraf çekmek arşiv tutmak demek. Güçlü saydığımız ülkelere baktığınızda arşivlemeye ve veri toplamaya çok önem verdiklerini görürsünüz. Belli bir konuda bir savlarını ispat etmeye niyetlendiklerinde belge fotoğrafını çıkarıyor, yazısını çıkarıyor ve “bak böyleydi işte!” diyebiliyor. Fotoğrafı; kendimi başka eylemler sırasında hissetmediğim kadar iyi hissetme, kayıt altına alma ve arşivleme, bize bahşedilmiş bu harikulade dünyaya tanık olma, çeşitli kültürleri tanıma vesilesi olarak görüyorum. Bunları yaparken bana müthiş bir odaklanma ve dünyadaki tüm olası sorunlardan soyutlanma fırsatı da tanıyor; bu tür durumlar için “bundan iyisi Şam’da kayısı” derler. Bir sanatçı olarak dikkat çekmek istediğim bir meselem varsa, belli bir konuda bir sorunu irdelemek üzere yola çıkmışsam; o zaman da, fotoğrafı bir olay yeri inceleme ve delil toplama vesilesi olarak görüyorum.
“Kavramsalllığı ve zanaatkarlığı öyle doğru bir şekilde dengelememiz gerekiyor ki
yaptığımız projelerle izleyicilerin akıllarında kalabilecek içerikler üretebilelim.”
C.E-B.E-E.M: Fotoğraf çekerken iyi bir kompozisyon nasıl oluşturulur? Siz fotoğraf çekerken nelere dikkat edersiniz?
M.G: Fotoğrafa ilk başladığın zaman kompozisyon, ışık, renk armonisi gibi konularda eğitilmen gerekebiliyor; çünkü bunlar işin grameri. Nasıl bir dil öğrenirken düzgün bir cümle kurabilmek için o dilin gramer yapısını da öğreniyoruz; görsel dille bir anlatım eylemine girdiğimizde de görsel dilin gramerini es geçmemek gerekiyor diye düşünüyorum. Bu dili, ya da diğer deyişle kuralları iyi kullanmaya başladığındaysa, artık kuralları gerektiği yerde nasıl kırabileceğini de yavaş yavaş öğrenir ve buna cesaret edebilir hale tava geliyorsun. Aktardığın içerik bazı kuralları kırmanı gerektiriyorsa bunu öyle bir şekilde yapmalısın ki, insanlar senin dediğine kulak kabartsınlar veya gösterdiğine kafalarını çevirsinler. Bu dediğim şey ancak zaman içinde belli bir tecrübe ve ustalık kazandıktan sonra olabiliyor. Kavramsalllığı ve zanaatkarlığı öyle doğru bir şekilde dengelememiz gerekiyor ki yaptığımız projelerle izleyicilerin akıllarında kalabilecek içerikler üretebilelim…
C.E-B.E-E.M: Ara Güler örnek aldığınız kişiler arasında mıdır, sizi kimler etkiledi?
M.G: Beni etkileyen çok sayıda yerli ve yabancı isim var, onların hepsinin ismini saymak zor olur. Ara Güler önemli bir fotoğrafçı gerçekten. Görüntüsü artık kafamıza nakşedilmiş çok sayıda klasikleşmiş siyah-beyaz fotoğrafı vardır. Ara Güler fotoğrafının benim için daha değerli yönü, kendi başına bir sipariş gelmeden oluşturduğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin belli bir dönemine ışık tutan, sanatsal açıdan diğer fotoları kadar kayda değer olmayıp da daha çok tarihi belge değeri olan fotoğraflarından oluşan külliyatıdır. Ara Güler müzesi kuruldu biliyorsunuz ve benim müzeyi detaylı bir şekilde gezme şansım oldu. Müzeyle işbirliği içerisinde Yapı Kredi Kültür Sanat’ın yeni mekânında Ara Güler hakkında bir konuşma yaptım. Sunumu doğru şekilde derlemek için müzeden Ara Güler’in alışık olmadığımız ve yukarıda sözünü ettiğim türden arşivsel fotoğraflarını talep ettim. Öyle fotoğraflar paylaştım ki, sunum sırasında bir izleyici ayağa kalktı ve biraz sinirli bir edayla “bu gösterdiğiniz Ara Güler fotoğrafı olamaz!” dedi. Ben de “size ne kadar müteşekkirim anlatamam, sayenizde amacıma ulaştığımı anladım” dedim. “İzleyiciler arasında Ara Güler Müzesi yöneticisi Umut Sülün bulunuyor, kendisi size bu fotoğrafın Ara Güler fotoğrafı olduğu konusunda garanti verebilir!” diye de ekledim. Kısacası Ara Güler’den feyz almamak mümkün değil, farklı boyutlarda örnek alınabilecek işler yapmış; ben de Türkiye’nin belli bir dönemi hakkında arşiv yaratma motivasyonunu örnek aldım mesela.
“Geçmiş, şimdi ve gelecek arasında bağlar kurup şimdiye dair kafamızı çalıştıran,
tortu bırakan kitapları seviyorum”
C.E-B.E-E.M: Sevdiğiniz ve önerdiğiniz kitap ve filmler nelerdir?
M.G: Kitap, film, müzik önermek zor iştir. Genelde önerilerimi kategori, janr üzerinden yapıyorum. Mesela roman çok sevmem. Kurguyu becerikli biri yapmışsa bile film seyreder gibi okursun ama aklında çok bir şey kalmaz. Bu yüzden olgusal ve şimdiye, geçmiş ve gelecek üzerinden göndermeler yaparak tahliller yapan kitapları severim. Bunun nedeni siyasi gelişmeleri çok yakından takip ediyor olmam herhalde. Okuduğum bir şeyi, kullandığım teknolojiyi, ettiğim sohbeti, yaptığım seyahati, ürettiğim sanatı az ya da çok siyasete bağlamayı seviyorum çünkü o zaman çeşitli yaşamsal dinamiklerin iç yapısını çözüp hayatta ona göre konum alabiliyorum. İlle de bir şeyler öner derseniz; Yuval Noah Harari’nin “Sapiens: A Brief History of Humankind” türünden kitapları çok faydalı buluyorum çünkü geçmiş, şimdi ve gelecek arasında bağlar kurup şimdiye dair kafamızı çalıştıran, tortu bırakan kitaplar bunlar. Fritjof Capra’nın “The Tao of Physics” adlı kitabı da çok değerlidir benim için. Batı’nın ne kadar deterministik bir düşünce biçimine sahip olduğu, Doğu’nun metafiziğe daha yakın bir kafa yapısı olduğu ve bunların mantıklı karşılaştırmalarının, irdelemelerinin olduğu bir kitaptır. Fizikçi Richard Feynman’ın "Surely You're Joking, Mr. Feynman!: Adventures of a Curious Character” ise diğer değerli bir kitap. Feynman bu kitapta, mühendislik dünyasının aslında ne kadar kabız bir bakış açısı olabildiğini ve mühendisliğin yaratıcılıkla beslenmediği sürece aslında çok mekanik ve robotik bir alana kolayca dönüşebildiğini anlatır temel olarak.
Filmlerden bahsedecek olursam, Matrix’in birinci versiyonunu çok severim. Şu anda yaşamakta olduğumuz hayatı çok güzel tahlil etmiştir. Özgün ve özgür bir yaşam tutturmak istiyorsan bu tür yaşamın çok zor olduğunu kırmızı hapla temsil ederek irdeler. Mavi hap seni sistemin uygun gördüğü yaşama götürür ve sana farkında olmadan dayatılan “iyi” ve “kolay” bir hayatı yaşarsın. İyi bir şey yaşıyor zannedersin ama derinine indiğinde aslında başkasının istediği, dikte ettiği bir hayatı yaşıyorsundur. “Children of Men”, ‘ V For Vendetta’ gibi filmler ve “Black Mirror” gibi diziler sisteme karşı çıkan ve eleştiren yapımlar olmaları dolayısı ise önem taşıyorlar. Akılcı gelecek projeksiyonları yapıp “biz buradan nerelere gidebiliriz, gidersek ne olur, ne tür sorunlarla karşılaşabiliriz?” gibi hayatî sorulara cevaplar arayan üretimlerdir bunlar. Kısacası, geçmişi şimdiyi ve geleceği bağlantılandırıp olası gidiş yönleri önerebilen kitap ve filmlerden hoşlanıyorum.
C.E-B.E-E.M: En sevdiğiniz ve son zamanlarda en çok dinlediğiniz şarkılar nelerdir?
M.G: 80’lerin diskosu mükemmeldir, hala dinlersin; yeni nesilden insanlar da dahil olmak üzere hoşlanmayanını henüz görmedim. Bu anlamda bu parçaların çoğunu ‘timeless’ olarak nitelendirebiliriz. Rock müziğin Led Zeppelin, Pink Floyd, Foreigner, Styx, AC/DC, Deep Purple, King Crimson, Jethro Tull, Supertramp, Dire Straits gibi klasikleri müthiştir. Her ne kadar bunu söylemek dede gibi konuşmuş olma riski taşıyorsa da, zamanımızda bu kalitede bir rock müziği üretilemediğini düşünüyorum. Klasik Batı müziğinden ise karşıma çıktığında hoşlanırım ama favori müziğim değil ve bu janrda fazla albüm yok elimde. Benim asıl olayım caz, özellikle de kuzey cazı; yani çoğunlukla İskandinavlar tarafından icra edilen çağdaş caz. Ayrıca “dünya müziği” dediğimiz bir müzik türü var; bu kapsamda Türkiye de dahil dünyanın farklı kültürlerinden çok üst düzey müzisyenler bir araya geliyor ve beraber unutulmaz, arşivlik albümler üretiyorlar. “World Music” çok seviyorum çünkü her türlü folklorik müzikal tadı aynı anda alabiliyorsun ve daha önce üretilmemiş bir müzik üremiş oluyor aslında. Sadece farklı kültürlerden insanlar bir araya geldiğinde o müzik ortaya çıkabiliyor. Nordik caz ve dünya müziğinin eşsiz örneklerini en kapsamlı bir şekilde çatısı altında toplayan ECM (Edition of Contemporary Music) adlı bir plak şirketi vardır. Lisedeyken izlemeye başlamıştım ve hala izliyorum.
Sabancı Üniversitesi istediğim türden şeyleri
istediğim şekilde üretebileceğim özgür bir ortam sunuyor
C.E-B.E-E.M: Sizce neden öğrenciler Sabancı Üniversitesi’ni tercih etmeli ve siz neden Sabancı Üniversitesi’ni tercih ettiniz?
M.G: Sabancı Üniversitesi bana çok özgür bir ortam sağlıyor. İstediğim türden şeyleri istediğim şekilde üretebiliyorum. Üretim alanım yani fotoğraf arazide olmayı gerektiriyor. Masa başında oturarak bir fotoğraf projesini finalize edemiyorum, sıklıkla dışarıda olmam gerekiyor. Birçok başka akademik kurum sabah 9 - akşam 5 modelini benimsemiş görünüyor, bu anlamda bir zorunlu memuriyet sistemi akademik yapılarda herkese dayatılmamalı. Bir akademisyen kütüphanede yaptığı araştırmalar sonrası masa başında bilgisayar üzerinden araştırmasını, üretimini yürütebilecek durumdaysa bu sistemde var olmak olası. Ama bizim gibi arazide olmayı gerektiren işlerde okulun elastik davranması gerekiyor ve bu esneklik Sabancı Üniversitesi’nde var. Özgür bir ortam sunulunca, bu jestten dolayı hocaların sorumluluk duygularının artmaya başladığını ve istismar etmektense daha motive olabildiklerini düşünüyorum. Hoca istediği şeyi istediği şekilde yapmaya başlayınca onu daha iyi yapmaya başlıyor. Okul da bunu görünce, manevi desteğe ek olarak, öğretim üyelerine verilen Kişisel Araştırma Fonu (KAF) ile hocalarını maddi anlamda da destekliyor. O destek sayesinde ürettiğin içeriği ulusal ve uluslararası ortamlarda daha fazla insanla paylaşabiliyor ve okulun adını yurtdışında daha fazla duyurur hale geliyorsun. Diğer yandan hoca kendini güncel tutmuş oluyor ve öğrencilere daha güncel, sağlıklı, sağlam bilgiler aktarabilme ve daha güvenilir olma şansını yakalamış oluyor. Bizim okulda her üç yılda bir değerlendirme süreci vardır. Ben şimdiye kadar bunlardan dört tane geçirdim. Bunların ikisinde başarısız kabul edilirsen okuldan ayrılman söz konusu olabiliyor. Fakat sağlanan imkânlarla hoca zaten kendini güncel tutuyor ve bu değerlendirmelerde iyi sonuç alabilmek için yaratılmış zemine basarak sağlam bir şekilde ilerliyor. Özgür hissetmemin yanında bana güvenildiğini de hissediyorum ki bu, özellikle insanların birbirlerine olan güvenlerin iyice azaldığı bu vahşi rekabetçi ortamda çok önemli bir his.
Diğer yandan, bizim okulumuzda iyi niyetle ve ciddiyetle bir şeyler yapmak isteyen öğrencinin de yolunun açık olduğunu düşünüyorum. Farklı programlarda alanlarında birçok usta isim hocalık yapıyor sonuçta. Bu yüzden bana fikir sorulduğunda Sabancı Üniversitesi’ni içim çok rahat bir şekilde dostlara, yakınlarıma ve izleyenlere tavsiye edebiliyorum.
Cenk Eligüzeloğlu, Eren Mutlu, Murat Germen, Begüm ErinçMurat Germen Kimdir?
Sanat ve Sosyal Bilimleri Fakültesi Öğretim Görevlisi Murat Germen hakkında detaylı bilgi edinmek için lütfen tıklayın.
#AkademisyeneSor nedir?
Öğretim üyelerimizin kendileri hakkında merak edilen soruları yanıtladığı #AkademisyeneSor Projesi Sabancı Üniversitesi Endüstri Mühendisliği 2019 mezunumuz Merve Üre ile Yönetim Bilimleri Fakültesi 2019 mezunumuz Ecem Dinçdal tarafından hayata geçirildi.
#AkademisyeneSor’un yeni döneminde Bilgisayar Bilimi ve Mühendisliği Programı 3.sınıf öğrencisi Cenk Eligüzeloğlu, Endüstri Mühendisliği Programı 2.sınıf öğrencisi Eren Mutlu ve Endüstri Mühendisliği Programı 3.sınıf öğrencisi Şebnem Şevin Eraslan görev alıyor.
Akademisyene Sor, öğretim üyelerimiz ile öğrencilerin sorularını buluştururken, aynı zamanda Sabancı Üniversitesi’nin değerlerinin tanıtılmasını ve dışarıdan daha iyi anlaşılmasını amaçlıyor. #AkademisyeneSor videolarını Instagram hesabımızdan izleyebilir, öğretim üyelerimize merak ettiklerinizi sorabilirsiniz.