Şen kahkahaları ile pozitif ve mutlu bir eğitimci: Deniz Kurtoğlu Eken

Deniz Kurtoğlu Eken: “Edindiğin bilgileri, deneyimleri paylaştıkça ve insanlardan enerji anlamında olumlu geri dönüş aldıkça dünyalar sizin oluyor.  Düşünüyorum da zaten başka ne için yaşıyor olabiliriz?" 

“Özür dilemesini bilmek çok önemli ve çok özel bir şey, bir güç kaybı ya da zayıflık değil. Yani ‘Galiba seni kırdım, üzdüm özür dilerim’ diyebilmek çok güzel bir şey. Bu konuda hem kendime hem başkalarına örnek olmaya çalışıyorum.”

2002 -2012 yılları arasında Sabancı Üniversitesi Diller Okulu’nun direktörlüğünü yaptı. Öğretmen olmayı, dil eğitimi alanında uzman olmayı bilinçli olarak tercih etmiş. Her zaman canlı, kendine özel giyim tarzı, çevresi ile sıcak ve pozitif iletişimi, şen kahkahaları ile Çarşamba Sohbetlerinin ikinci konuğu Deniz Kurtoğlu Eken oldu. Deniz Kurtoğlu ile geçmişten, eğitimden, Türkiye’deki ve Sabancı Üniversitesi’ndeki dil okullarının durumuna, çocuk eğitiminden, içinde kalan sahne aşkına kadar çok çeşitli konularda rahat bir sohbet gerçekleştirdik. Bugün birinci bölümü, haftaya da ikinci bölümü okuyacaksınız.

Eğitimci olmayı bilinçli olarak mı tercih ettin yoksa rastlantı sonucu mu oldun?
Üniversitede İngiliz dili ve edebiyatı okudum.  Benden üç yaş büyük ablam Hacettepe’de İngiliz dili ve edebiyatı okuyordu ve çok mutluydu. Benim için o bir rol modeldi. Onunla, ilkokuldan üniversite sonuna kadar gittiğimiz bütün okullar, sonra da meslek, hep aynıdır. Şimdi de hala öyle. Dile olan sevgim zaten ilkokulda, ortaokulda ve lisede çoktu. Ablamın bu meslekte ne kadar mutlu olduğunu görünce, üniversite giriş sınavında ben de dille ilgili bölümleri yazdım. Çok severek okudum edebiyatı, hatta bölümü birincilikle bitirdim. Tam o yıl, 87’de Bilkent Üniversitesi ilk defa dil öğretmeni alımlarına başlamıştı; hazırlık okuluna İngilizce öğretmeni alıyorlardı.  Sonuçta dil olarak zaten seviyorum, niye olmasın dedim ve başvurdum. Mesleğimin kapısından giriş öyle oldu, böylece dil eğitimcisi oldum. Edebiyatı düşünürken dil eğitimi oldu, şimdi dönüp baktığımda hiç pişman değilim. Mesleğimde, öğretmen eğitiminden idareciliğe kadar birçok değişik roller üstlendim.  Araştırma boyutu içeren müfredatta, değerlendirme çalışmalarında birçok çalışmalar yaptım, durduğum yerde durmadım ve bu sayede de büyüdüm. O şekilde oldu eğitime girişim.


Mutlu bir eğitimci misin?
Mutluyum, evet. Bir de, üretmek, paylaşmak, sunmak, yaratmak, paylaşmaktan da korkmamak. Bu açıdan baktığımızda Türkiye’de geldiğimiz yerden çok mutluyum. Yöneticiliğimin ikinci yılında, değişik üniversitelerin hazırlık okulu sistemlerini öğrenelim, tüm okullar bilgilerini birbiriyle paylaşsın diye bütün üniversitelere anket gönderdim. Cevaplar için epey uzun zaman aralığı vermeme ve sonra da bu süreyi uzatmama rağmen toplam  36 veya 37 yerden cevap geldi. Ben bunun az olduğunu düşünüyordum ve mutlu değildim ama  o zamanki Rektörümüz Tosun hoca, “Memnun olmalısın, bu Türkiye koşullarında epey iyi bir sayı” dedi.

Şimdi ise Türkiye’deki tüm yabancı diller yüksek okulları ile çok sıkı iletişim halindeyiz. İnsanlar çok daha paylaşımcı, açık, çalışmalarını ve deneyimlerini aktararak birbirlerine görüşlerini soruyorlar. Anket cevaplandırma sayısı yine düşük çünkü insanlar üşenip doldurmuyor ama artık çok daha fazla paylaşılan şeyler oluyor, bu beni çok mutlu ediyor, iyi örnekler paylaşılıyor. Sabancı Diller Okulu olarak kendimize baktığımda, bilgi paylaşımı açısından çok açık davrandığımızı görüyorum. İnternet sitemize çok doküman koyuyoruz ve “Gelenleri alın, bakın, biz bunu yaptık, işinize yarayacaksa bu dokümanı siz de kullanın” diyoruz. Bu bize hem mutluluk, hem gurur veriyor. “Bir dakika, o bizim materyalimiz ya da kitapçığımız, kullanamazsınız” diyen kurumlar hala var ama, gittikçe azalacaklarını düşünüyorum. Mesleğimizde paylaşımın artması çok hoşuma gidiyor.

Diller Okulu binasına girdiğim zaman, burası bana kampüs içinde ayrı bir dünya gibi geliyor. Öncelikle çok ferah buluyorum, müthiş renkli, okulun tüm çalışanları, hocaları, çalışma odalarının kapıları açık olduğunda bakıyorum insanda güzel duygular uyandırıyor. Bazı odalardan çok güzel müzik sesi işitiyorum. Kadınlar ağırlıkta burada, yanılıyor muyum? Bu okulun direktörlüğünü on yıl boyunca sen yaptın,  senden sonra da bir kadın oldu, halef-selef her ikinizde de renklilik var. Özel hayatını bilemiyorum ama, okuldaki eğitim dışındaki alanlarda, sosyal ortamda da çok renkli, neşeli, canlı bir insansın. Bu renklilik üzerine biraz konuşsak, ne dersin?
O renkler olmasa zaten herhalde yaşayamazdım diye düşünüyorum, yani çeşit anlamında da, değişiklik anlamında da. Kariyerimde işte çok örnekleri var, hiç unutmuyorum, Bilkent’te bir defa müdürün odasına çağrılmıştım; ’91 yılında Amerika dönüşü müdire hanım odasına çağırmış ve taktığım hızmanın ne ifade ettiğini sormuştu, tatlı tatlı uyarmıştı beni. Bir  defa da öğretmen eğitimi mülakatım başarılı geçmesine rağmen  verilen geri bildirimde, kıyafetimle ilgili bir yorum vardı. “Biraz kıyafetine dikkat etsen” diye uyarı almıştım. Ama bana sorarsanız, renkli giyinen, değişik giyinmeyi seven bir insandım. Renklilik bazen insanın başını tatlı belaya da sokabiliyor demek ki ama ben renkliliği hem mecazi hem de kelime anlamı olarak çok seviyorum.
El becerisi gerektiren işlerle uğraşmayı da çok seviyorum. Bu aralar deli gibi tığ işi yapıyorum. O yün senin, bu ip benim, parlak olsun, renkli olsun, battaniye, paspas gibi şeyler örüyorum, boncuk işliyorum, yüzük yapıyorum. Yaptığım objeleri insanlara hediye ediyorum. Bazen tanımadığım insanlara da. Bu beni çok mutlu ediyor. Bunlar değişik ve hayatıma anlam katan şeyler. Hani renklilik derken, renklilik sadece obje, masama koyduğum bir eşya falan değil, insanlarla olan iletişim, mesela geçenlerde hastanede çalışan çok fazla tanımadığım, son derece güler yüzlü, her işim düştüğünde hatır soran kibar bir çalışan hanımın güzel yüzünü görünce o kadar mutlu oluyorum ki orada bir dükkan vardı, gittim ona bir fular aldım, “Güler yüzün hiç solmasın” diyerek hediye ettim, elini tuttum. Tabii ki çok mutlu oldu, ama inanın belki ben ondan daha çok mutlu oldum.  

       

İnsanın kendi uzmanlık alanı dışındaki konularda okuması da ayrı bir zenginlik sağlıyor. Çünkü ilham başka şeylerden geliyor. Gittiğim her toplantıda, her yaptığım sunumda, yalnızca kendi alanlarında okumamalarını, bambaşka konulara ilgi duymanın insanın ufkunu açtığını meslektaşlarımla paylaşıyorum. Okuduğum kitaplar arasında psikoloji kitapları var, kuantum fiziğini anlamaya çalışıyorum, çok değişik fikirler buluyorum. Düzenli okuduğum popüler psikoloji, sosyoloji, kişisel gelişim kitapları var. İngiliz dili eğitimi konusunda aslında çok az okuyorum diyebilirim. Mesela yöneticilikle ilgili okuyorum, ama daha ziyade insanın kendisini geliştirmesine yönelik kitaplar ilham veriyor ve bundan çok mutlu oluyorum. Ama bu bilgileri paylaşmadan olmuyor, paylaşmazsak kendi içinizde kalıyor, paylaştıkça ve insanlardan enerji anlamında olumlu geri bildirim alınca dünyalar sizin oluyor.  Düşünüyorum da zaten başka ne için yaşıyor olabiliriz? İş, aile ya da arkadaşlık ilişkilerinde küçük kişisel hırslar tamamen yok edilemez ama huzur, refah ve insanın mutlu gelip, mutlu gidebilmesi için kişisel gelişimin ne kadar önemli olduğunu vurgulamak istiyorum.

İnsanın kendisiyle barışık olmasını kastediyorsun.
Evet ama işte o hemen pat diye olacak bir şey değil.



Mümkün değil elbette, herhalde insan ölene kadar,  çocukluk, gençlik, ergenlik, olgunluk yaşamının tüm evrelerinde kişiliğindeki sivri taraflarını törpüleme çabası içinde oluyor.
Evet kesinlikle öyle. Mesela, özür dilemesini bilmek yani bu o kadar önemli bir şey ki ben bilinçli olarak hep kendimi bu anlamda sorguluyorum. Oğlumdan özür dilemek mesela. Yani bu niye bizi bu kadar zorluyor diye düşünüyorum ve o konuda da hem kendime hem de başkalarına örnek olmaya çalışıyorum. Yani özür dilemek bir güç kaybı ya da bir zayıflık değil. Tam tersi aslında çok özel bir şey. Yani “Galiba seni kırdım, üzdüm özür dilerim” diyebilmek çok güzel bir şey. “Ama o benden özür dilemiyor, onun için ben de özür dilemem” diye düşündüğün anda o kısır döngü dediğimiz başı sonu olmayan çarkın içine düşüyoruz. Bazı davranışları hep başkalarından beklemek doğru değil. Her yıl seminer için okula gelen psikoloğumuzdan, insanın kendisi ile davranışının ayrı olduğunu öğrendik.  Yani benim davranışım ben değil. Sen davranışımı görüyorsun, beni görmüyorsun. Böyle düşünmeye başladığınız zaman, size gelen ters bir şey varsa o kişiden ya da o bireyden dolayı değil, davranıştan dolayı diye düşündüğünüzde olayı biraz daha kişiden ayırabiliyorsunuz.  Yani Deniz’in davranışını beğenmedim demek başka, Deniz’i beğenmiyorum demek başka. Bu  gerçekten çok güçlü bir düşünce tarzı, ben bunu yıllardır arkadaşlarımla paylaşıyorum, insanları bu yönde düşünmeye teşvik ediyorum. Öteki türlü “Yahu sen ne biçim adamsın?”, “O ne biçim insan” demek en kolay yol. İşin kolayına kaçarsan “Boş ver onunla da uğraşılır mı?” diye düşünebilirsin. Uğraşılır elbette. Sen kişiyle uğraşmıyorsun ki, her kişi özel, her kişi kendine özel bir birey. Ama bizim gördüğümüz düşünce tarzları, davranışlar seninkine uyar ya da uymayabilir, genelde biz bu davranışları görüyoruz. Çenem düştü!



Bildiğim ve gördüğüm kadarıyla ayakkabıya düşkünsün. Bu bizim ortak noktamız gibi.
Bu konuyu sormasaydın şaşardım doğrusu.

Kaç çift ayakkabın var?
Bak bu ilginç bir soru, inan fazla yok.



Öyle mi sanki çok varmış gibi algılanıyor.
Senin kaç tane var? Yazlık, kışlık beraber mi sayacağız?

Emin değilim ama sanırım 30-40 tane var.
Benim o kadar yok. Ayakkabılarım göze çarpan renk ve değişik modelde olduğu için dikkat çekiyor. Yazın iki hafta Sabancı dışında hocalara yaptığımız öğretmen eğitimi kursumuz var. 3-4 yıl önce bir yaz kursu sırasında Kadıköy’den pembe bantlı bir ayakkabı almıştım. Çok matah bir şey olmamasına rağmen öyle bir sükse yaptı ki kursa katılan dört öğretmen arkadaş Kadıköy’deki dükkana gitti ve açık kahverengi, yeşil, sarı, pembe tüm renklerden satın aldı. Sonra rengarenk ayakkabılarımızla fotoğraf çektirdik ve çok eğlendik. Böyle bir ayakkabı muhabbeti yaşadık. Herhalde bu da renkliliğin bir parçası olsa gerek. El işini, bir şeyi başka bir şeye uydurmayı seviyorum. Evde de oğlum bir eşyayı getirip “Anne bunun bilmem nesi kopmuş nasıl yapacağız?” dediğinde hemen aklıma bir çözüm geliyor yapıyoruz, onun da benim de çok hoşumuza gidiyor. Oğlum da başka şeylerde, “Anne bak, şunu şuraya taktım, bunu buraya yapıştırdım” diyor.



Evet sanırım böyle şeylerle uğraşmak çocuklarda yaratıcı zekayı  geliştiriyor. Giysilerin, ayakkabıların ve takıların ile okulun en renkli kadınlarından birisin. Bir de kampüsteki yılbaşı partilerinde dans figürlerinle de hafızalardasın.
Evet ama dans meselesinde eskiye göre formdan düştüm. Dans etmeyi eskiden beri çok severim. Şimdi biz Ali Hoca’yla yani eşimle evlenmeden önce o da Bilkent’teydi, onunla çok uzun yıllar sınıf  paylaştık. Ankara’da o zamanlar Paradise Disko vardı. Cuma akşamı giderdik kapanış saati olan sabah dörde kadar deliler gibi dans ederdik. Cumartesi günü tekrar giderdik akşam yine orayı biz kapatırdık. DJ Uğur vardı, o paydos edene kadar mekandan çıkmazdık. Hatta bir gün ayakkabımın topuğu kopmuştu, Ali’yi orada bırakıp eve gidip ayakkabımı değiştirip diskoya dönüp dans etmeye devam etmiştim. Yani dans konusunda o kadar çılgındık ve bayılırdım uçarcasına dans etmeye. Hala da seviyorum dans etmeyi ama sanırım biraz duruldum. Dans etmeyi kendimi ifade etmemin bir başka yolu olarak gördüğüm için hoşuma gidiyor. Tiyatroyu da dans gibi kendimi ifade etmemin bir şekli olarak görüyorum. Üniversitede neredeyse her yıl tiyatroda oynadım. Hala rüyalarımda en büyük kabus olarak repliklerimi unuttuğumu görürüm. Uyandığımda bir süre, gerçekten de  oyuna çıkacakmışım, 10 dakika kalmış gibi telaşlanırım. Bu konuda kendime şaşırıyorum çünkü o yıllar çok geride kaldı artık. Tabii bunun psikolojik analizini bir uzman yapsa kimbilir ne söyler.

devam edecek...