“Üniversite benim için bir tutku”

Yusuf Leblebici: “güzel şeyler yapabilmek için mutlaka içinizde bir itici güç olması lazım, o da tutkudur”

“Nesrin Balkan ile Çarşamba Sohbetleri”nin konuğu Rektörümüz Yusuf Leblebici oldu. Kendisi ile uzun yıllar görev yaptığı İsviçre ve ABD gibi ülkelerdeki üniversite yaşamı ile Türkiye’deki üniversite yaşamını nasıl bulduğunu konuştuk. Yusuf Leblebici ile ayrıca; “Hoca” olmak nedir? Üniversite öğretim üyeliğinin sorumlulukları nedir? Nasıl ders anlatır? Sabancı Üniversitesi’ne ilişkin ileriye dönük planları nedir? Yaşama nasıl bakıyor? Tatillerde ne yapar? Mutluluk nedir? gibi geniş bir yelpazede sohbet ettik.  Keyifle  ve merakla okuyacağınızı düşünüyorum.

Nesrin Balkan ile Çarşamba Sohbetleri'nin yeni konuğu Yusuf Leblebici 

Çarşamba sohbetlerine hoşgeldiniz. 1999-2002 yılları arasında Sabancı Üniversitesi’ndeydiniz, sonrasında İsviçre Lozan’a gittiniz, Lozan Federal Teknoloji Enstitüsü’nde (EPFL) Kürsü Başkanı ve Mikroelektronik Sistemler Laboratuvarı’nın Direktörü olarak görev yaptınız. İsviçre’deki üniversite yaşamı ile Türkiye’dekini karşılaştırır mısınız?

Uzun süre İsviçre’de bulundum, 18 seneye yakın bir süre. Ondan evvel de uzunca bir süre Amerika’da çalıştım, o da aşağı yukarı on seneyi geçen bir zaman dilimini oluşturuyor. Tabii yurt dışındaki üniversite deneyimlerini Türkiye ile kıyasladığımızda çok büyük farklar da oluyor, bazen benzerliklerle de karşılaşıyoruz. 

Şöyle başlayayım isterseniz: İstanbul Erkek Lisesi mezunuyum, o nedenle ilk yurt dışı deneyimim de Almanya’yla başladı. Liseyi bitirdikten sonra ilk üniversite yıllarımda Almanya’ya gittim, Aachen Üniversitesi’nde öğrenci olarak üniversiteyle tanıştım. Hem annemin, hem babamın zaten İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğretim üyesi olmaları sebebiyle, aslında üniversite benim için çok yabancı bir yer değildi, hatta çocukluğumdan itibaren üniversitede neler olup bittiği hakkında epeyce bir fikrim vardı. Ama benim üniversiteye girişim 1980 senesinde Almanya’da gerçekleşti. Tabii bu benim için ilginç bir deneyim oldu, çünkü biliyorsunuz üniversite insanın hayatını şekillendiren bir deneyim. Türkiye’deki ortamla karşılaştırma imkanını ancak 1982’de Türkiye’ye, İstanbul Teknik Üniversitesi’ne döndükten sonra bulabildim. O zamanlar öğrenci olarak Almanya’daki deneyimimle Türkiye’deki üniversite deneyimim arasında epeyce bir fark olduğunu görmüştüm. Yüksek lisansın sonuna kadar İstanbul Teknik Üniversitesi’nde kaldım. 1986 senesinde bu sefer Amerika’ya doktoraya gittim. Amerika deneyimim çok daha uzun ve kapsamlı oldu, doktorayı orada bitirdim ve devamında bir süre orada çalıştım. Daha sonra da bu kez çalışmak için tekrar Amerika’ya geri döndüm. 

“üniversite insanın hayatını şekillendiren bir deneyim”

İlk önce Türkiye’deki ile Amerika’daki akademik ortamı karşılaştırayım isterseniz. Sabancı Üniversitesi’nden önce Türkiye’deki yegane üniversite deneyimim İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğrencilik ve daha sonra doçentlik şeklinde oldu. Bir devlet üniversitesiyle Amerika’daki üniversite ortamını karşılaştırdığımda, işlerin yapılma hızı konusunda çok büyük bir fark olduğunu gördüm. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde Illinois Üniversitesi’nde o senelerde araştırma projelerinin yürütülmesi, sonuç alınması, bu sonuçların yayınlanması ve kişilerin herhangi bir talebe hangi süratle cevap verdikleri gibi konularda gördüklerim, yaşadıklarım, gerçekten gözümü açan bir deneyim oldu. 

Bunun yanı sıra Amerika Birleşik Devletleri’nde tam anlamıyla dünyanın 72 milletinden insanla birlikte çalışıyorsunuz, bu da benim için güzel bir ilk deneyim oldu. Ondan sonraki bütün kariyerimde de hep başka kültürlerden, başka ülkelerden insanlarla birlikte nasıl çalışabilirim, onlarla en verimli şekilde nasıl işbirliği yapabilirim, bunu da öğrenmiş oldum. Bu da Türkiye ortamında yapamayacağım bir şeydi.  

Yusuf Leblebici

Yusuf Leblebici

Kariyerimin daha sonraki döneminde, Sabancı Üniversitesi’nin kuruluşunda görev aldıktan sonra, 2002 senesinin başında İsviçre’ye gittim ve uzun süre orada kaldım. Bu da sorunuzun ikinci kısmına geliyor. İsviçre’yle Türkiye arasındaki farklar nedir diyecek olursak, aslında karşılaştırma yapmak çok zor, çünkü İsviçre ülke olarak da çok küçük bir yer. Toplam nüfusu 8 milyon, İstanbul’un yarısı kadar. Benim yaşadığım Lozan kentinin nüfusu ise 300 bin…

Minicik bir kasaba gibi.

Evet. Ama üniversite gerçekten çok yoğun, etkin çalışmaların yapıldığı güzel bir ortam. İlginç bir şekilde İsviçre’de de epeyce bir bürokrasi olduğunu öğrendim ilk önce. Bu, Amerika deneyiminde pek karşılaşmadığım bir durumdu. İsviçre’de bürokratik bir ortamda da nasıl verimli olunabileceğini öğrendim, işte benim için asıl deneyim bu oldu. Çünkü Türkiye’de biz hep bürokrasinin varlığından şikayet ederiz ve bürokrasinin verimliliğimizi kısıtladığını düşünürüz, ki öyledir. İsviçre gerçekten çok bürokratik bir ortamdır, Amerika’ya göre kıyas kabul etmeyecek kadar. Halbuki bürokratik bir ortamda bile, çok verimli sonuçlar alınabileceğini gördüm, bu da benim oradaki deneyimim oldu. Bu şekilde özetleyebilirim.

Bu deneyim Türkiye’ye adapte etme konusunda epey faydalı olmuştur.

Ümit ederim.

Mutlaka olacaktır. Peki, niye Amerika ya da Kanada değil de İsviçre’ye gittiniz?

Dediğim gibi zaten Amerika’da uzun süreler kalmıştım, 10 seneye yakın bir süre Amerika’da çalışmıştım, oradaki çalışma ortamını gayet iyi biliyordum. Bir miktar Türkiye’ye daha yakın olmak istedim, İsviçre’nin benim için çekici olan tarafı yakınlığıydı aslında. Çünkü o noktada zaten Sabancı Üniversitesi’nin de ilk kuruluşunda rol almıştım 1999-2001 arasında. 2002’nin başında İsviçre’ye gitme kararını verdiğimde Türkiye’de güzel bir şeylerin olduğunun çok iyi farkındaydım ve Türkiye’den de çok uzaklaşmamayı tercih ettim, bir şekilde içgüdüsel olarak belki. Bu nedenle kariyerimin o noktasında artık tekrar uzak diyarlara gitmektense, Avrupa içinde kalmayı tercih ettim.

Bunun yanı sıra, İsviçre’deki ortamı da daha önceki bağlantılarım sebebiyle gayet iyi biliyordum. Tanıdığım bir ortamdı, yapılan çalışmaların hangi düzeyde olduğunu biliyordum. O ortamda mutlu olabileceğimi görebiliyordum, bunun için de tercih ettim İsviçre’yi.

Şimdi 17 yıllık İsviçre deneyiminden sonra Türkiye’ye dönmenize sebep olan etken nedir, neden Sabancı Üniversitesi?

Bu çok kolay bir soru, çünkü Sabancı Üniversitesi benim zaten ilk göz ağrım. Ama en önemlisi, ben burada yapılabilecek, yapılması gereken işler olduğunu görüyorum ve bunları yapmak için de enerjim olduğu sürece, elimden geldiği kadar katkı yapmak istiyorum, onun için döndüm.

Nesrin Balkan ile Çarşamba Sohbetleri'nin yeni konuğu Yusuf Leblebici

Yusuf Leblebici, Nesrin Balkan

“insanı yeni heyecanlara sürükleyen bir yere, yani Sabancı Üniversitesi’ne gelmeyi tercih ettim”

Çünkü uzun süre belli bir ortamda, İsviçre’de kaldığım gibi, sisteminizi kurup zaten verimli olmaya başladığınızda, bir yerden sonra bu hem tatmin edici, ama aynı zamanda kendini tekrarlayan bir işlev haline dönüşüyor. Öğrencileriniz var, projeleriniz var, büyük bir çark dönüyor ve bu çarkın her sene aynı şekilde dönmesini sağlıyorsunuz, ama bir yerden sonra bu bir çevrime dönüşüyor. Bunun yerine, gerçekten insanı yeni heyecanlara sürükleyen bir yere, yani Sabancı Üniversitesi’ne gelmeyi tercih ettim, çünkü burada da yapılacak bir şeyler olduğunu gördüm.

Sabancı Üniversitesi Rektörü olalı 6 ay oldu…

6 aydan da daha az aslında.

Evet, doğru, 17 yıldan sonra Sabancı Üniversitesi’ne ilişkin ilk düşünce ve izlenimleriniz neler oldu? Bilmediğiniz ne öğrendiniz?

Sabancı Üniversitesi hakkında tabii uzun zamana dayanan çok olumlu düşüncelerim zaten hep vardı. Hatta İsviçre’de bulunduğum zaman dilimi içinde Sabancı Üniversitesi’nden de çok sayıda öğrenci benim yanıma geldi, dolayısıyla Sabancı Üniversitesi’nin ortaya çıkarttığı öğrenci profilini de yakından izledim, hatta 7-8 Sabancı Üniversitesi öğrencisine de doktora verdim bu arada. Toplam 45 doktora öğrencim oldu bugüne kadar, bunlardan sekizi Sabancı Üniversitesi’nden gelen öğrenciler. Üniversiteyi o yüzden çok içinden biliyorum. Ama göreve başlama tarihinden bugüne kadar bilmediğim ne öğrendim diyecek olursak, soruyu biraz öyle çeviriyorum, şunu görüyorum: Benim bıraktığım kurum, yani 2002’nin başında bıraktığım kurum çok daha olgunlaşmış gayet tabii ki. 2002’de İsviçre’ye giderken bırakmış olduğum Sabancı Üniversitesi artık çok güzel kendi ayakları üzerinde durabilen ve dünya çapında da bir yeri olan bir üniversite haline gelmiş, kurumsal olarak da bu böyle; bu beni çok mutlu ediyor gayet tabii ki. Kurumun artık o erken gençlik dönemini atlatıp, bundan sonra gerçekten serpilip büyümeye hazır hale gelmiş olduğunu görüyorum. O yüzden göreve başladığımdan bugüne kadar Sabancı Üniversitesi’nde ne gördüm derseniz, en fazla kurumun olgunlaşmış olmasını mutlulukla izlemiş oldum, o da hoşuma gidiyor gayet tabii ki.

Bebekken bıraktınız…

Evet, küçük çocukken bıraktım…

Biraz böyle ergen gibi, genç, daha da olgun...  

Ergenliği de aşmışız aslında, artık gerçekten yetişkin bir üniversite oluyoruz.

Sabancı Üniversitesi şu anda zaten Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden birisi, hatta birçok konuda en iyi üniversitesi.”

Peki, Sabancı Üniversitesi’nde neler yapmayı düşünüyorsunuz, yakın dönemdeki planlarınızdan, düşüncelerinizden söz eder misiniz?

Dediğim gibi burada gerçekten güzel bir şeyler yapılabileceğini gördüğüm için geldim. O da şu: Üniversiteyi Türkiye’nin en iyi üniversitesi yapmaktan artık dünya üniversitesi haline dönüştürmeye yönelik bir adım atmak zorundayız. Çünkü Sabancı Üniversitesi şu anda zaten Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden birisi, hatta birçok konuda en iyi üniversitesi. Bu konumumuzu gayet tabii ki korumak istiyoruz, ama artık bundan sonraki hedefimiz bizim dünya çapında söz sahibi bir üniversite haline gelmemiz, bunu sağlamamız lazım. Bunu nasıl sağlayacağız? Bunun için öncelikle hem yurt içinden, hem yurt dışından mümkün olabilecek en iyi öğretim kadrosunu bir araya getirmek istiyoruz ve de öğrenci kalitemizi şu anda ki seviyesinin daha da üzerine çıkartabilmemiz gerekecek. Bu, görünürlüğümüzü artırmamız anlamına geliyor. Türkiye çapında çok iyi bir görünürlüğümüz var, yurt dışında da bu görünürlüğümüzü katlayarak artırmamız lazım. Bunu sağlayabilirsek, o zaman amacımıza ulaşmış oluruz. Tabii kolay bir hedef değil bu, 2-3 senede gerçekleşmesi zor, daha uzun bir zaman dilimine ihtiyacımız var. Önümüzdeki 2-3 senede sadece bunun temelini atıp, mayasını oluşturup yola çıkabiliriz. Devamında kurum zaten dediğim gibi belli bir olgunluğa da ulaşmış olduğu için o yolda başarıyla yürümeye devam edebilir diye düşünüyorum.

Rektörlük yoğun mesai isteyen bir görev. Bu tempoda ders vermeye fırsatınız olacak mı?

Çok isterim, ders vermek benim için çok keyifli işlerden bir tanesidir. Çok da severim ders vermeyi, hatta derslerimin çoğunu da hala kara tahta ve tebeşirle veririm. Hatta Mühendislik Doğa Bilimleri Fakültesi'nin alt katında G035 amfisinde, kara tahta demeyelim ona, yeşil tahta vardır ve dikkat ederseniz o binada, mühendislik binasındaki diğer dersliklerin hiç birisinde klasik “kara tahta” yoktur. G035’deki tahtayı rahmetli Tosun Hoca'ya ben söylemiştim. Bina yapılırken bütün sınıflara “whiteboard” beyaz tahta koyuluyor. O beyaz tahtaları ben oldum olası sevemedim, tebeşiri çok severim. Hiç değilse bir dersliğe bir “kara tahta” koyalım diye Tosun Hoca'dan rica etmiştim. O G035’teki kara tahta onun hatırasıdır. Tosun Hoca beni kırmadı, kendisini rahmetle anıyoruz ve oraya bir kara tahta koyuldu. Ve ben gerçekten derslerimi hem burada, daha sonra tabii İsviçre’de verdiğim derslerimin de çok çok büyük çoğunluğunu sürekli olarak tebeşirle verdim ve büyük bir keyiftir benim için.

Duran Leblebici, Yusuf Leblebici

“bütün üniversite öğretim üyelerinin misyonu öğrenci yetiştirmektir”

Çok güzel.

Şu anda çok yoğunum, yani şu anda ders vermeyi hayal bile edemiyorum, ama bu ders vermeyeceğim anlamına gelmiyor. İşler biraz yoluna otursun, mutlaka ders vermeye de başlamak isterim.

Evet, öğrenciler de bundan çok mutlu olacaktır.

Bu konuda şunu söylemek isterim. Biliyorsunuz, akademik dünyada aslında bazı hocalar araştırmaya çok ağırlık verip ders vermeyi ikinci plana itebiliyorlar. Altını çizerek söylüyorum, ben bunu katiyen doğru bulmuyorum. Ne kadar yoğun araştırma yapıyor olsa da, üniversite öğretim üyelerinin hepsinin bir taraftan da o bilgisini öğrencilere ders vererek aktarması lazım. Ders vermenin iki farklı boyutu var. Birincisi, zaten bu sizin misyonunuzdur. Bütün üniversite öğretim üyelerinin asil görevi öğrenci yetiştirmektir. Ama onun ötesinde ders vermenin doğrudan doğruya öğretim üyesinin kendisine de katkısı olur. Yani bildiklerinizi öğrencilere aktarırken siz de öğrenirsiniz, bildiklerinizi daha da pekiştirirsiniz.

Karşılıklı bilgi alış verişi, karşılıklı öğrenme süreci oluyor.

Kesinlikle. Ders verme süreci zaten kişinin de kendi kendine öğrendiği bir süreçtir. O yüzden muhakkak ders vermenin araştırma kadar önemsenmesi gerektiğini düşünürüm.

Buna göre üniversitede öğretim üyesinin faaliyet alanını tanımlamak istersek  araştırma ve eğitim diyoruz, başka alan var mı?

Bir de bizim “servis” dediğimiz çalışmaları eklemek lazım.

Servis kavramını biraz açar mısınız?

Kurumsal hizmet. Servisten kast ettiğimiz kuruma hizmet etmeniz. Bu üniversitenin değişik kurullarında görev almak şeklinde olabilir.

Üniversite öğretim üyesinin faaliyet alanı kabaca yarı yarıya araştırma ve eğitimdir. Kiminde araştırma daha ağır basar, kimisinde eğitim daha ağır basar. Ama mutlaka ikisi de olmalı. Eğitim ve araştırmanın yanı sıra bir de üçüncü konu var. O da işte servis dediğimiz alan oluyor, yani kuruma hizmet etmek. Bütün öğretim üyelerinin kuruma da bir katkı vermeleri lazım. Diyelim ki, ders programlarının yeniden düzenlenmesi için bir fikir jimnastiği yapılması gerekiyor, sizin de orada bulunmanız lazım. Öğrencilere yeni bir konu öğretilecek, yepyeni bir konuda bir ders açılacak, bu ders nasıl olmalı? Ya da diyelim ki yurt dışından bir üniversite ile bağlantı kurulacak. O üniversiteyle o bağlantı nasıl kurulmalı. Bütün bu fikir jimnastiklerinde öğretim üyelerinin bir katkısının olması lazım. İşte o katkı üniversiteye servis oluyor. Bunun çok farklı örnekleri olabilir, bu uluslararası ilişkiler olabilir, çünkü hepimizin uluslararası bağlantıları var. Hepimiz daha önce başka yerlerde, başka şeyler görmüşüz geçirmişiz o birikimi kuruma bir şekilde verebilmemiz lazım. Bir şey yapılacaksa bunu nasıl yapalım arkadaşlar? Oturup konuştuğumuzda bunu şöyle yapalım ya da böyle yapalım diye hep birlikte fikir yürütmemiz, katkı vermemiz lazım. Kuruma servis dediğim bu, bilgi birikimini, deneyimini sunmak, bunu masaya koymak.

Yani “Birlikte yaratmak ve geliştirmek” Sabancı Üniversitesi’nin şiarı.

Aynen, yoksa elimize böyle bir reçete alıp da “tamam, bu işler böyle böyle yapılacak, ben şimdi gideyim araştırmamı yapayım, sonra da gideyim sınıfta dersimi vereyim, görevim bu kadar”. Bitti mi? Yok hayır. Bunların yanı sıra üniversiteyi ilgilendiren, üniversitenin gelişimine yardımcı olacak başka alanlarda da öğretim üyelerinin katkısının olması lazım. Sadece yönetimden, yukarıdan bir iki kişinin karar verip de “arkadaşlar bundan sonra böyle olacak” seklinde bir uygulama doğru değil, öğretim üyelerinin hepsinin çorbada tuzunun olması lazım, onu kast ediyorum.

Şimdi bilimsel çalışmalarınızdan kısaca söz eder misiniz? Ben böyle soruyorum ama kısaca olur mu bilemiyorum…

Kısaca mümkün olsa keşke. Çok kısa bir özet yapmaya çalışayım. Benim alanım Mikroelektronik, daha genel geçer tabirle “çip tasarımı” olarak da isimlendirebiliriz. Bugün kullanılan bütün elektronik cihazların, cep telefonlarından bilgisayarlara, bunların içindeki çiplerin tasarımıyla ilgili çalıştım yıllar boyunca. Çok çeşitli alt alanları var gayet tabii ki, yani kendi başına tek bir araştırma alanı değil, onun içinde de çok fazla bölümlenmiş, her biri uzmanlık gerektiren alt alan var. Benim şansım şu oldu: Kariyerim boyunca aşağı yukarı 35 senedir mikroelektroniğin birçok alt alanında araştırma yapma imkanı buldum. Tek bir alana saplanıp kalmamak gibi bir lüksüm oldu. Tek bir alanda da insan çok üretken olabilir, ama benim o süre boyunca epeyce farklı konuya da dokunabilme şansım oldu. Problemleri farklı açılardan görmek, deneyimlemek şansına sahip oldum. Öğrencilerimi de yine bu geniş perspektifle yetiştirme şansına sahip oldum.

Duran Leblebici, Yusuf Leblebici

Mesleğinizi nasıl seçtiniz, bu seçimde kim ya da ne etkili oldu? Hep bu mesleği mi istediniz, yoksa fikir değiştirdiniz mi?

İlginç bir şekilde annem ve babamın, her ikisinin de elektronik öğretim üyesi olmalarının bunda bir rolü olmuş olması gerekir. Çünkü elektronik, benim çocukluğumdan itibaren içinde olduğum bir konu. Ama meslek seçimine sıra geldiğinde, daha doğrusu üniversite seçimine sıra geldiğinde lisenin son yıllarında, kafam o kadar da net değildi, onu söyleyebilirim; uzunca bir süre tıp, biyokimya, genetik gibi konulara yönelsem mi diye epeyce düşündüğümü hatırlıyorum. Hatta üniversite seçimini yaptığım son ana kadar bile kafamda bu sorunun cevabı tam netleşmemişti. Bizim üniversite sınavına girdiğimiz dönem son tek sınav dönemiydi. 1980 Haziran üniversite giriş sınavı, tek sınav yapılan son dönemdi, ondan sonra hep iki aşamalı sınav yapıldı.

1980’de mi girdiniz üniversite sınavına?

Evet 1980 senesinde üniversite sınavına girdim. Haziran 1980’de biz sınava girdiğimizde, seçiminizi de aynı anda yapıyordunuz, yani sınava girerken seçiminizi zaten yapmış oluyordunuz, listenizi yapıp giriyordunuz. Son ana kadar benim kafam çok da net değildi, ama son anda ben yine elektroniği başa yazdım ve İstanbul Teknik Üniversitesi elektronik olarak yazdım, pişman da olmadım.

Ne güzel, şanslısınız, yani mutlu, mesleğini gönülden seçmiş kişi olarak şanslısınız…

Evet evet.

Rol modeliniz oldu mu?

Çok. İlk rol modelim tabii babam. Babamın haricinde, yıllar boyunca birlikte çalıştığım ve benim büyüğüm olarak kabul ettiğim çok sayıda rol modelim oldu. Özellikle de master ve doktora süreçlerinde, bilhassa da Amerika’ya gidip doktora çalışmamı yaparken orada birlikte çalıştığım kişilerden çok şeyler öğrendim. Bu sadece çalışma disiplini ya da belli konulara yaklaşım tarzı ile sınırlı değil, genel olarak insan ilişkileri, öğrencilerle olan ilişkiler, ders verme teknikleri, belli bir konu nasıl anlatılır veyahut da araştırma için en isabetli konu nasıl seçilir ve sonuca nasıl ulaşılır gibi birçok konuda hakikaten çok takdir ettiğim rol modellerim oldu.

Yani gerçekten ders nasıl verilir? Mesela akademisyenlerin çok büyük bir kısmı çok iyi konuşuyor. Çok iyi konuşmak zorunda, çünkü ders anlatıyorlar. Yani öğrenciye, genç beyinlere sesleniyorlar ve onların ilgisini toplamaları lazım. Bu nedenle bir kısmı, tabii herkesin tarzı farklıdır ama, bir kısmı stand-up yapar gibi ders anlatıyor. Bu şekilde öğrencinin ilgisini canlı tutabilmek için.

O mutlaka gereklidir.

Siz nasıl ders veriyorsunuz?

Mutlaka bir espriniz olması gerekir. Yani sınıfta öğrenci karşısında bir espriniz olmalı. Espri derken kastettiğim, bir ruhunuz olması gerekir. Tamamen monoton ve çocukları sıkacak şekilde bir konuyu anlatamazsınız, en sıkıcı konuyu bile anlatırken onu bir şekilde merak etmelerini sağlayacak şekilde anlatmanız lazım.

Bir de şu var benim ders verme tarzımda: Ben aynı konuyu her seferinde biraz daha farklı anlatırım. Yani tekrar tekrar her sene verdiğim dersler vardır mesela, belki 15 sene, 20 sene aynı konuyu anlatmışımdır, ama hepsini videoya alsanız, hiçbir dersimde o konuyu aynı şekilde anlatmam, mutlaka bir farklılık olur, mutlaka başka bir yerinden girerim başka bir yerinden çıkarım. Sonunda anlattığımız şey aynıdır, ama küçük küçük farklılıklar vardır. Bu tabii ki onu sınıfta dinleyen öğrencinin fark edebileceği bir şey değil, ama benim zihnimi canlı tutuyor...

Doğru, bir de o var.

Aynı şeyi aynı kelimelerle, aynı yaklaşımla başı burada, sonu burada şeklinde anlatacak olsam bu benim için de sıkıcı olur. Her seferinde konuyu başka bir ucundan tutup başka bir yerinden çıkarak kendi ilgimi de canlı tutuyorum, kendi zihnimi de konuya daha yakın tutabiliyorum. Hatta bazen sınıfa girdiğimde nasıl anlatacağımı bilemem bile, o kendiliğinden gelir, kendiliğinden çıkar.

“Dünyanın çok farklı ülkelerinde, Türkiye’de, Avrupa’da, İsviçre’de, Almanya’da, Amerika’da, Amerika’nın değişik yerlerinde, ama sürekli üniversite ortamında bulundum.”

Üniversite sizin için ne ifade ediyor?

Üniversite benim için gerçekten bir tutku... Öğrenciliğim bittiği andan itibaren sürekli olarak üniversite ortamı ya da ortamlarında bulundum. Dünyanın çok farklı ülkelerinde, Türkiye’de, Avrupa’da, İsviçre’de, Almanya’da, Amerika’da, Amerika’nın değişik yerlerinde, ama sürekli üniversite ortamında bulundum. Mesela bir şirket ortamında hiç çalışmadım, hiç bulunmadım. Ortamları biliyorum, ama öyle bir ortamda çalışmayı istemezdim, istemiş olsaydım herhalde yapardım diye düşünüyorum. Üniversite onun için benim açımdan bir tutku gerçekten.

Evet, ben de tam sanki bunu bilirmişim gibi, mesleğiniz dışında tutkuyla bağlandığınız bir uğraşınız var mı diye bir soru hazırladım. 

Şöyle söyleyeyim: Eskiden vardı, artık maalesef vakit bulamadığım için çok fazla yapamadığım bir tutkum var. Denizi çok severim, yüzme ve dalma sporu çocukluğumdan beri ya da ilk gençliğimden beri çok sevdiğim sporlardır. Gençliğimde özellikle de dalma konusunda epeyce bir tecrübem olmuştu, ama son zamanlarda buna ne yazık ki zaman bulamıyorum. Gönül ister ki zamanım el verse de tekrar yapabilsem.

Kim bilir belki yaparsınız.

Umarım.

Peki, iş dışında neler yaparsınız?

İşten arta kalan zamanım olursa eğer kitap okumayı severim, standart cevap gibi gelir ama, öyle değil, özellikle de tarih okumayı çok severim. Yani bir roman okumaktansa, belli dönemlere ilişkin tarih okumayı, onu öğrenmeyi ve onun bize verdiği dersleri oradan görmeyi, ders çıkartmayı çok severim. Bu değişik dönemler olabilir, Ortaçağ tarihi olabilir, daha eski çağlar olabilir, eski Yunan olabilir. Ama tarih gerçekten herkesin öğrenmesi gereken bir konu. Özellikle de mühendislik, doğa bilimleri gibi daha hesap kitap gerektiren işlere girmiş gençlere bunu kesinlikle öneriyorum. O dünyadan bir başınızı çıkartıp, mesela tarih, tabii ki tarih sadece bir örnek, ama böyle bir konuda gerçekten kendinize bir tutku geliştirmenizin çok büyük faydası var.

İnsanın zihnini besliyor sanırım değil mi?

Mutlaka mutlaka.

Yusuf Leblebici

Yusuf Leblebici

Sizi ne güldürür ya da en çok neye gülersiniz?

Ben çok gülerim aslında, yani beni güldürmek kolaydır, öyle söyleyeyim. İnsanların kendilerini çok fazla ciddiye almalarını doğru bulmam zaten. Özellikle de resmi ortamlarda ve biraz da hiyerarşi ve insanların içinde bulundukları ortam şöyle biraz yükseldiğinde, hep dikkatimi çekiyor, insanlar hep asık suratlı olmaya başlıyorlar ve öyle pek fazla gülmüyorlar. Ben öyle değilim, her ortamda bir kahkaha patlatmayı severim. Beni ne güldürür diye pek fazla düşünmedim, çünkü hemen her şey güldürebilir ve çekinmeden de onu dışa vuran bir insanım. Ama bu bazı ortamlarda tuhaf karşılanabiliyor, bilhassa Türkiye gibi bir ortamda. Olur olmaz çok fazla kahkaha atamıyorsunuz onu da öğreniyorum şimdi.

Bence siz bu konuda önderlik de edebilirsiniz. Gülmek kahkaha atmak güzel bir şey bunu rahatlıkla herkes dışa vurabilmeli. Aynı fikirdeyim sürekli asık suratlı olunuyor.

İnsanlar kendilerini biraz fazla ciddiye alıyorlar, ben ona üzülüyorum.

Evet, bir de ciddiyet yanlış anlaşılıyor, ciddiyet asık suratlılık değil aslında değil mi?

Kesinlikle.

Nasıl dinlenirsiniz, nasıl eğlenirsiniz, tatillerde ne yaparsınız, sizin için tatil diye bir şey var mı?

Demin aslında onun ipucunu verdim biraz, tatil çok fazla yapabildiğim bir şey değil maalesef, işle ilgili konular benim için hiçbir zaman bitmiyor. Bazı insanlar belli bir süre hiç değilse bir hafta, on gün mesela hiç e-mail okumamayı becerebiliyorlar. Yahut da 1 hafta-10 gün gibi bir süre boyunca işle ilgili hiçbir şey düşünmüyorum, şu anda tatildeyim diyebiliyorlar. Bunu yapabilen insanlara gıpta ediyorum, ben yapamıyorum çünkü. Kağıt üzerinde tatilde olduğum bir anda bile mutlaka en azından günün birkaç saatini işle ilgili bir şeylere ayırmak zorunda hissediyorum kendimi, çünkü sürekli takip edilmesi gereken şeyler oluyor. Onları bir hafta, on gün gibi uzunca bir süre sahipsiz bırakmak benim içime sinmiyor. Bu yıllar boyunca hep bu şekilde oldu. İsviçre’deki kariyerim sırasında da daha öncesinde de… Sürekli olarak bir yerden bağlıyım, ama bu dinlenmiyorum manasına gelmiyor. Dinlenirim, müzik dinlerim, kitap okurum, mümkün mertebe eğer fırsat bulursam denize yakın bir yerlerde bulunmaya çalışırım; ama hani her şeyden uzak, her şeyden kaçarak bir hafta, iki hafta nefes almak, pek de yapabildiğim bir şey değil maalesef.

Anladım. Sanırım sizin için tatil denince işin içinde deniz olması önemli.

Denize yakın bir yerde bulunmayı tercih ederim. Yani çocukluğumdan beri hep suya yakın yerlerde bulundum. İstanbul Erkek Lisesi’ne gittiğimi söylemiştim, her gün vapura binip Karaköy’e geçerdim ve Galata Köprüsünden yürüyüp ondan sonra da Cağaloğlu’na ulaşırdım. Deniz benim için gerçekten hep yakınında bulunup keyif aldığım bir ortam. Mutlaka yüzmek gerekmiyor, denizin yanında bulunmanız, denizin havasını alıp o havayı solumanız yeterli. Denizsiz ortam ya da suya uzak bir ortam bana daha itici geliyor.

Şimdi kariyeriniz fen bilimleri alanında, peki sanat ile ilişkiniz var mı? Örneğin edebiyatı, sinemayı sever misiniz? En son okuduğunuz kitap nedir, en son izlediğiniz film? Bizim gösteri merkezimizdeki tiyatro, konser gibi bir sürü etkinliklerimiz oluyor biliyorsunuz. Oradaki sanat etkinliklerini izliyor musunuz, hiç fırsatınız oldu mu?

Şu ana kadar maalesef pek fazla fırsatım olmadı, bu tür etkinliklere çok fazla zaman ayıramıyorum. Mümkün mertebe evet film izlemeyi de severim, ama en son izlediğin film nedir diye soracak olursanız hatırlayamam bile. İzleyici olarak çok süreklilik arz eden bir sanat etkinliğim yok maalesef,  ama sanatla başka bir şekilde de bir ilişkim yok, ben sadece izleyici tarafındayım. Bir müzik aleti çalmak olsun, yahut da boş zamanlarımda resim yapmak olsun maalesef öyle marifetlerim yok. Bunu yapabilen insanlara da hep gıpta ederim, çünkü o beynin başka bir tarafını çalıştırıyor. O beynin başka tarafını çalıştırabilme yeteneği aslında çok güzel bir şey.

Peki, sporla aranız nasıl, takım tutar mısınız?

Takım tutmam, futboldan hiç anlamam, futbol takımı tutan insanları da pek anlamam, çünkü çok yoğun bir duyguyla takım tuttuklarını bildiğim için ben onlara yabancı kalırım, çocukluğumdan beri hiç takım tutmadım. Spor deyince ben daha çok yüzme ve denizle ilgili sporları düşünüyorum. Yani izleyici olarak spor ya da bir spor müsabakasına gidip tribünlerden onu izlemek benim için çok da ilginç bir şey değil.

Yaşama nasıl bakarsınız tutkuyla, mantıkla?

Mantık tabii ki olması gerekir, ama daha da fazla tutkuyla. Çünkü güzel şeyler yapabilmek için mutlaka içinizde bir itici güç olması lazım, o da tutkudur. Mantık sadece sizin yolunuzu çizen bir rehber. Elbette yaptığınız her şeyi beyninizle yapmak zorundasınız, aklınızı kullanarak, akıllıca kararlar vererek yapmak zorundasınız. Bu üniversite yöneticiliğiyle sınırlı değil, yaptığınız herhangi bir işi de mutlaka iyi irdeleyerek, düşünerek, beyninizi kullanarak yapmak durumundasınız. Ama diğer yandan da mutlaka yaptığınız işte kalbinizin olması lazım, yani tutkunuzun olması lazım, kendinizi verebilmeniz lazım. Aksi takdirde bu benim işim, işte sabah işe geldim akşam işten çıkıyorum şeklinde yapıyorsanız zaten o zaman oradan güzel bir sonuç çıkması ihtimali pek olmaz, tutkuyla yapmanız gerekir.

“hoca kendimi tanımladığım kelime oluyor aslında.”

Yusuf Leblebici kendisini nasıl tanımlar, öncelikleriniz nedir?

Zor bir soru. Her şeyden önce galiba bugün sorduğunuzda kendimi hoca olarak görüyorum o biraz zaman içinde gelişti, yani ilk soru kendini tanımla dediğinizde “hoca”. Ama hoca kendi içinde çok geniş bir kavram, hatta çok ilginç bir şekilde benim özellikle İsviçre’de çok sayıda Türk öğrencim oldu biliyorsunuz ve onlar da bana hep hocam derler laboratuvarda, üniversite ortamında. İsviçrelilere bu hoca kelimesinin ne manaya geldiğini epey bir izah etmemiz gerekti.

Doğru evet.

Yok çünkü öyle bir şey, başka dillerde olmayan bir şeydir. Yani hep sorarlar herkes sana hoca diyor nedir bu hoca? Profesör ya da öğretim üyesi eşiti değil, onun ötesinde başka bir şeyi ifade ediyor aslında hoca kelimesi. Ve yabancı dostlarımıza bu hoca kelimesinin ne manaya geldiğini izah etmek zorunda kaldığımız olmuştur. Sadece benim değil, öğrencilerimin de bu açıklamayı çok yapmaları gerekir. Ama işte tam dilimizde kullandığımız manasıyla hoca benim kendimi tanımladığım kelime oluyor.

Şunu da kapsıyor sanki; hoca öğreten, muhabbet kuran, dost değil mi? Akıl danışılan, yol gösteren.

Evet, güvenilen bir kişi olmayı hep isterim. Yalnız öğrencilerimin değil, çevremdeki bütün birlikte çalıştığım kişilerin itimat edebildiği, güvenebildiği bir kişi olabilmeyi isterim. Tabii insanların itimadını sağlamak ve onun devamlılığı gerçekten kolay bir iş değil. Hoca deyince bunun hepsini içeriyor aslında sadece öğreten manasında değil.  Ama çok da hoş bir duygu hoca olmak ya da olabilmek, olabiliyorsak ne mutlu bana.

Yusuf Leblebici

Yusuf Leblebici

Kişisel olarak geleceğe ilişkin planlarınız nedir?

Valla şu anda sorarsanız benim şu anda bir tek hedefim var artık öyle söyleyeyim, bu üniversiteyi söylediğim gibi amaçladığımız yere getirebilmek. Onu yaparsam ben hayatta amacıma ulaşmış olarak göreceğim kendimi.

Peki, şimdi yaşamınızda istediğiniz yerde misiniz? Hayal kırıklığınız ya da yaşadığınız zorluklar oldu mu, bununla nasıl başa çıktınız?

Hayal kırıklığı değil belki, ama zorluk oldu gayet tabii. Hayat kolay değil, mutlaka zorluklar var ve zorluklarla uğraşmadan da öğrenilmiyor. Hayatımın değişik aşamalarında hep zorluklarla karşılaştığım oldu. Bu size çok şey öğretiyor, zorluklarla başa çıkmak aslında insanı geliştiren bir durum, bundan hiçbir zaman şikayet etmemek lazım. Herhangi bir zorlukla karşılaştığımızda, ben bunu öğrencilerime de çok söyledim, şikayet etmeyin, çözün ve o size bir şey kazandırsın, bu sizin yanınıza kar kalsın diyorum ve hep de öyle oluyor zaten. Benim kişisel deneyimimde de öyle oldu, tüm kariyerim boyunca hiçbir zaman yolum otomatik olarak önümde kendiliğinden açılmadı. Hem mesleki açıdan, hem genel olarak hayatta karşılaştığım durumlar elimde olmayan sebeplerle içinde bulunduğum durumlardan muzdarip olduğum zamanlar oldu. Ama 1-şikayet etmeyeceksiniz, 2-değiştirmek için elinizden geleni yapacaksınız ve bu deneyimden siz kendinize bir pay çıkartacaksınız. Bu sizi büyüten, sizi geliştiren bir şey, öğrencilerime hep bunu söylüyorum, zorluk her zaman var çünkü.

“İnsan farklı şekillerde mutlu olabilir, başarılı olabilir, çok verimli ve tatmin edici bir hayat kurabilir.”

Gençlere, öğrencilerimize meslek seçimi, mutlu bir yaşam yol, haritası çizmelerinde ne önerirsiniz? Mesela üniversite eğitimi şart mı? Ders dışında neler yapmalı, bu konuda önerileriniz?

Soru çok geniş, ama son sorduğunuzu alayım. Üniversite hiçbir insan için şart değil, yani ben bütün hayatımı üniversitede geçirmiş bir insan olarak bunu net söyleyebilirim. Üniversite eğitimi bir insanın mutlu olması, başarılı olması için kesinlikle gerekli olan bir şey değil. Tam tersine üniversite eğitimi almadan da son derece başarılı olmuş çok sayıda insanla karşılaştım bütün hayatım boyunca ve hep takdir ettiğim bir şeydir bu. Buna çok fazla takılmamak lazım. Ama şu var: Gençlerimizi yönlendirirken onlara tamam üniversite şart değil demek yeterli değil, onların önüne değişik alternatifleri de sunabilmemiz lazım. Yani üniversite eğitimi almadan da başarılı, mutlu bir hayat sürdürebilecekleri yolları gençlerimize sağlayabildiğimiz ölçüde bunun arkasında durabiliriz. Özellikle Türkiye ortamında şu anda bunu yapabiliyor muyuz? Maalesef hayır. Her sene aşağı yukarı 2 milyon öğrenci üniversite sınavına giriyor ve bu öğrenciler gayet tabii ki yaşamlarında kendilerine bir yol çizebilmek için bunu yapıyorlar. Bizim söz gelimi meslek liselerimizle öğrencilerimize daha farklı gelişim imkanları sunmamız mümkün olsaydı, bu kadar çok sayıda genç insan aynı anda üniversite sınavına girmek zorunda kalmazdı. Dünyanın başka ülkelerinde bunlar var. Sizin sorunuza gelirsek, yani üniversite kesinlikle gerekli bir şey değil, bir gerek şart değil. İnsan farklı şekillerde kendini geliştirebilir, mutlu olabilir, başarılı olabilir, çok verimli ve tatmin edici bir hayat kurabilir.

Mutluluk nedir? Başarılı bir kariyer mi, dünyayı gezmek mi? Bol para, lüks hayat mı? Aile, çoluk çocuk mu?

Şöyle söyleyeyim: Benim için yapmak istediğini yapabilmek en önemli şey. Yapmak istediğiniz her neyse onu yapmak, işte o insanı gerçekten tatmin ediyor. Gezmeyi severim ben de, seyahat etmeyi çok severim. Ama lüks bir yaşam yahut da yatlar, katlar gibi o şekildeki bir hayattan ziyade insan hakikaten sevdiği işi yapabiliyorsa, o ne olursa olsun, dediğim gibi bunun üniversite hocalığı olması gerekmiyor bahçıvan da olabilirsiniz, ressam da olabilirsiniz, denizci de olabilirsiniz. Yaptığınız işi hakkıyla yapıyorsanız, iyi yaptığınızı biliyorsanız o zaten büyük bir mutluluk veriyor.

Nesrin Balkan ile Çarşamba Sohbetleri'nin yeni konuğu Yusuf Leblebici

Nesrin Balkan, Yusuf Leblebici

Çarşamba Sohbetlerine konuk olduğunuz için teşekkür ederim Yusuf Bey. Güzel bir sohbet oldu.

Ben teşekkür ederim.

Fotoğraflar: Ender Erkek