İstanbul’un Erkek Bedenine Formlanmış Hali: Tuna YILMAZ

Röportaj: Aybike TOMBAK

Beyoğlu’nun arka sokaklarında bir süre kaybolduktan sonra Fashion Film Fest İstanbul’un kurucusu kreatif direktör Tuna YILMAZ’ın evine ulaştım. Beni kapıda karşıladı, yan komşusu Ekvador konsolosluğu, üst katında Hollanda konsoslosluğu olan, tavanını Bedri Rahmi Eyüboğlunun oğlunun boyadığı, denilene göre İstanbul’da olduğu dönemde Casanova’nın evi olan bir daire. Şahane bir daire! Tesadüfen yollarımızın kesişmesiyle Sumoda olarak festival ortağı olduğumuz Fashion Film Fest İstanbul, kariyeri, Türkiye’de ve dünyada moda ve sinema sektörü ve daha pek çok şey hakkında konuştuk.

 

-Kendinizden biraz bahseder misiniz? Tuna YILMAZ kimdir?

37 yaşındayım, İzmirliyim. Lise, üniversite, yüksek lisansımı İzmir’de okudum. Yaptığım iş İzmir dışına çıkıp daha uluslararası bir hal almaya başlayınca İstanbul’a taşındım. Uzun bir süredir de İstanbul’da  sanat, moda ve tasarım alanlarında yaratıcı projeleri hem fikir, hem organizasyon hem de içerik olarak hayata geçirmeye çalışıyorum. Son iki senedir bütün odağımı kurucusu olduğum İstanbul Moda Filmleri Festivali’ne verdim, şu sıralar onun hazırlıklarıyla uğraşıyorum.

-Ben sizi önceden tanıdığım için biliyorum, kariyeriniz ilginç biçimde sapıyor. Aslında işletme okumuş ve sonrasında uzun bir süre o alanda işler yapmışsınız. Bu kariyer ve fikir değişikliği nasıl oldu?

İşletme okudum, sebebi asıl yapmak istediğim mesleği okuduğumda iş kaygısı olmasıydı. Tabi biz üniversiteye girdiğimiz zamanlarda internet yoktu, dünyayı bu kadar yakından tanımıyorduk, insanlara kolay ulaşamıyorduk. Kendi kendimize bir şeyler yapmaya çalışıyorduk. Bu yüzden güvenli tarafta kalıp, işletme okuyup, her alanda çalışabileceğim bir diplomam olsun bari diye düşündüm. Ama daha okurken bunun yanlış bir düşünce olduğunun farkına vardım. Hissiyat olarak mutsuzdum. İş hayatına atılıp çalışmaya başlayınca bu mutsuzluğum devam etti, o sırada dünyayı tanımaya başladım. İşte iş seyahatleri, insan tanıma, yaşınız da büyüyor tabii. (gülüyoruz) Başka bir dünyanın da mümkün olabildiğini gördüm. İşimin yanında hobi ya da yan iş gibi kreatif işler yapmaya başladım. Bir süre sonra bu da tatmin etmemeye başlayınca risk ne olursa olsun dedim ve açıkçası beklediğimden çok daha iyi gitti.

-Hiç pişman olmadınız mı peki? Veya tam tersi keşke hayatımın o kısmı hiç olmasaydı diyor musunuz?

Bir pişmanlık duymadım. Bilakis neden bu kadar geç sapmışım dedim. Sebep olarak o hayatta yaşadığım mutsuzluk, tatminsizlik ve belki hep içimde buna ilgi olması ve ilgi duyacağım şeyleri de keşfedebiliyor olmam. Yani sanat dediğin şeyi sadece plastik sanat ya da resim- heykelle sınırlı olduğunu zannederken daha sonradan çağdaş sanat olduğunu farkediyorsun. Veya modada tek bildiğin şey markalar olurken onun aslında bambaşka, sanata yakın hatta bir kültürün, toplum kültürünün en büyük parçalarından biri olduğunu farkediyorsun. Farkettikçe başka alanlara da ilgi duymaya başlıyorsun. Tabi şu var ki aldığım işletme eğitiminin ve iş hayatında kazandığım deneyimin de şimdi faydasını görüyorum. O yüzden ah keşke hiç okumasaydım da diyemem.  Ama açıkçası keşke İzmir’de değil İstanbul’da okusaydım diyorum. Çünkü zaman kaybı yaşamayacaktım.

-Zaman kaybının negatif etkilerini gördünüz mü? Belki de genç yaşta atılmanız pozitif etkiledi?

Onun muhasebesini iyi yapmak lazım. Vakit kaybı mı oldu yoksa bana farklı bir deneyim mi kazandırdı tam olarak emin değilim. Gün geliyor okuduğun bir bilgi bir sözleşmede karşına çıkabiliyor ya da birsiyle iş anlaşması yaparken iş hayatında edindiğim tecrübelere göre kartlarını oynuyorum. Ama bazen de düşünüyorum benden on yaş küçük insanlar benim olduğum yerde, acaba ben on yıl mı kaybettim? On yıl ileride olabilecektim diyorum. Zamana ve bağlama göre değişiyor yani. Ama sanki ağır basan taraf vakit kaybı değildi çünkü orada bir şey kazandım ve onu şu anki hayatımda uyguluyorum. Hiç bunu görmeseydim hata yaparak öğrenecektim. Bir de Allaha şükür genç gösteriyorum. (kahkahalarla gülüyoruz.)

-Kreatif hayatınıza başlangıcınız sinemayla olmuş. Moda ve sinema birbirlerini besliyorlar mı sizce? Yani şimdi ikisi mutlaka birbirini besliyor. Yalnızca sinema da demeyelim herhangi bir yaratıcı iş diğerlerinden besleniyor. Bunun içine sanat da giriyor, bunun içine gastronomi bile giriyor. Ama sinemayla moda arasındaki ilişki çok daha farklı çünkü sinemada tarihten bu yana yıldız sistemi var. İkonlar yaratılıyor, insanlar onları en güzel kıyafetleriyle görmek istiyorlar. Bu sürecin de en güzel beslendiği mecra moda oluyor. Bunun dışında bir film seyrederken senaryosuna müziklerine baktığınız kadar kostümlerine de bakıyorsunuz. Yalnızca bir bilimkurgu filminde kullanılan yaratıcı kostümlerden veya 16. 17. Yüzyılda geçen Barok tarzda bir aşk filmindeki dönemi yansıtan kostümlerden bahsetmiyorum, burda seninle benim röportaj yaparkenki bir sahnede bile seçilen kullanılan kıyafetler önemli. Karaktere inanmamız için bu gerekiyor. Bu bile iki sektör arasındaki ilişkiyi açıklıyor. Tam tersi filmlerden, sinema oyunlarından ilham alan tasarımcılar da görüyoruz.

Gezi Olayları büyük bir heyecan yaratsa da iş anlamında sektörü büyük bir sekteye uğrattı. Gezi’den beri etkinlik sektörü rayına oturmuş değil.

- Siz beyninizde ve yaptığınız işlerde bu iki kavramı nereye oturtuyorsunuz?

Ben film festivallerinde başladım, ama asistanlığımı moda üzerine yaptım. Yüksek lisansım sırasında moda tasarımıyla başladım. Birbirinden çok da farklı şeyler olmadığını farkedince bu ikisini nasıl bir araya getirebilirim düşüncesi doğdu bende, aslında film festivali fikri de böyle çıktı. Moda Filmleri Festivalleri henüz dünyada başlamamışken biz farklı bir isimle bunu yapmaya başladık. Diyebilirim ki sinemayla sanatla başlayan modayla da devam eden bütün ilgi alanlarımı Fashion Film Fest İstanbul’da gösterebiliyorum. Moda, tasarım, filmler, bir yandan festival organize etmek.. Yani bütün ilgi alanlarımı, deneyimimi, zevklerimi bir araya getirdiğim bir iş oldu.

-Fashion Film Fest İstanbul’dan biraz bahseder misiniz?

Festivali dediğim gibi biz bundan dört sene önce yapmaya karar verdik. Adına festival koymadık. Moda haftasına paralel gerçekleştirdik. İki sezondu ve o dönem hem seyirciden hem modayla ilgili film yapmaya çalışan yönetmen ve fotoğrafçılardan baya büyük bir ilgi gördü. O zaman bunu bir festival haline getirelim dedik. Fakat o dönem gezi olaylarıyla tüm etkinlikler bir anda iptal edildi, sponsorlar desteğini çekti.Geçtiğimiz sene yeniden işe giriştik. Gösterilen film sayısı, gelen konuk sayısı, izleyici sayısı olarak dünyanın en büyük moda film festivallerinden birini gerçekleştirdik.

Amacımız giderek büyümek ve beş yıl içerisinde dünyanın en büyük Moda Filmleri Festivali olmak.

Büyük bir marka veya genç bir yönetmen film yaptığında diğerlerinden daha çok İstanbul’da gösterilmesini istemeli, filmini ilk İstanbul’a göndermeli. Bu hedefle daha büyük bir mekanda daha çok seyirciye yapıyoruz. Ağırladığımız konukları dünya çapında tanınır ve farklı sektörlerden seçiyoruz.

-Yaşam tarzı olarak çok geziyorsunuz. Yurtdışında ve Türkiye’de moda sektörü anlamındaki farklılıklar neler?

İkisi arasında o kadar büyük farklılıklar var ki. Birincisi bir kere Türkiye’de bir sektör yok , Türkiye’de yalnızca bu işlerle uğraşan bir kitle var. Sektörün olması için bazı kuralların konmuş olması, kurumsallaşmanın olmuş olması lazım. Hak ve sorumlulukların iyi tanımlanmış olması lazım. Hakların verilmediği yerlerde aranabiliyor olması lazım. Türkiye’de bu yok, daha ziyade hatıra dayalı iş yapma var. Bu yüzden deneyim ve kaliteden çok kimi tanıdığınız veya kimlerle kitle içinde yer aldığınız daha önemli. İkincisi Türkiye’de alan çok küçük. Bir kere zaten İstanbul dışında bir iş yapmanız mümkün değil. Atıyorum İtalya’da moda merkezi Milano ama Roma’ya gittiğinizde de periferik bir şehir olmasa da bir şeyler yapabiliyorsun.

Türkiye’de moda sektöründe tasarımcı ya da marka olmaya çalışan birisi kapitalle yani para sahibi yatırımcılarla buluşamıyor.

Üçüncü bir şey; Türkiye’de yatırımcılar IT, bilişim gibi konularda yatırım yapıyorlar ancak yaratıcı sektörlere olan yatırım oranı çok az. Tasarımcının sermayeye ihtiyacı var; üretim yapacak, fuarlara gidecek, moda haftalarına gidecek. Bunun için de yatırımcıya iş planı anlatım yatırım alması gerekiyor. Moda haftalarına bakıyoruz; genç bir tasarımcı koleksiyonunu tanıtıyor. Daha sonra markayı bir daha göremiyoruz.

-İstanbul’daki sinema sektörü hakkında ne diyebilirsiniz? O da olumsuz mu bu kadar?

Türkiye’de sinema sektörü için artık olumsuz şeyler söyleyemiyoruz. Şimdi iki yönden bakmak lazım bir kalite bir de ticari kısımdan. Ticari kısımdan baktığımızda bir kere her hafta bir tane Türk filmi vizyona giriyor. Ben zamanında hatırlıyorum yılda üç Türk filmi giriyordu o da beş salonda oynuyordu. Şimdi öyle bir durum yok; Amerika ve Hindistan’dan sonra yerli film sektörünün en büyük olduğu 3. ülkeyiz. Yapılan film sayısına baktığımız zaman da gişe sayısına baktığımız zaman da öyle. Yine eskiden yılın en çok izlenen filmlerine baktığımızda hepsi yabancıydı. Şimdi bir ya da iki yabancı film giriyor. Demek ki zaten ticari anlamda o eski açık tamamen bitmiş. Büyük rakamların döndüğü büyük bir iş haline gelmiş. Kalite kısmından bakınca da artık her sene bir Türk filminin Berlin, Venedik, Saray Bosna, Cannes gibi büyük festivallerden ödülle döndüğünü görüyoruz.

http://symoneki.com/istanbulun-erkek-bedenine-formlanmis-hali-tuna-yilmaz/