19/06/2025
16/06/2025
11/06/2025
UV Radyasyonu Hücresel Kurtarma Görevini Nasıl Tetikliyor?
Ogün Adebali
Sabancı Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi
Güneşten gelen ultraviyole (UV) ışınlarının, cilt kanseri gibi hastalıklara yol açabilen DNA hasarına neden olduğu biliniyor. Peki hücrelerimiz bizi korumak için bu hasarı nasıl onarıyor?
Sabancı Üniversitesi araştırmacıları Veysel Oğulcan Kaya ve Ogün Adebali, önemli bir cevabı ortaya çıkardı: DNA UV ışığı tarafından hasar gördüğünde, hücrelerimiz onarımı önceliklendirmek için genetik materyallerini üç boyutlu çekirdek alanında yeniden düzenler, buna "hücreyi kurtarma görevi" denebilir.
DNA Onarımına Yeni Bir Bakış
Yaşamın temeli olan DNA, yalnızca uzun bir harf dizisi değildir; hücrelerimiz içinde organize bir biçimde katlanmış ve paketlenmiştir. Bu katlanma rastgele değildir; onarım süreçleri gibi süreçler için, gerektiğinde hücrenin DNA'nın belirli kısımlarına erişmesine izin veren karmaşık bir sistemin parçasıdır.
UV radyasyonuna maruz kalındığında, temel hücresel işlevleri engelleyebilen lezyonlar (küçük hasarlar) oluşturur. Bu hasarlar onarılmazsa mutasyonlara dönüşebilir. Hücrenin DNA'sının tüm yapısı bu duruma adapte olur ve onarım moleküllerinin hasarlı noktalara daha etkili bir şekilde ulaşmasına yardımcı olur.
Araştırma ekibinin başında bulunan Ogün Adebali, "DNA sadece statik bir kod değildir. Dinamik ve yüksek derecede dış etkenlere duyarlıdır. DNA'nın üç boyulu katlanma şekli, hücrenin hasarı onarmak için hızlı bir şekilde hareket etmesine yardımcı olur" dedi.
DNA'nın Onarım İçin Yeniden Düzenlenmesi
Genomunuzu, kitapların (genlerin) raflarda (DNA bölümleri) saklandığı bir kütüphane olarak hayal edin. UV hasarı meydana geldiğinde, kütüphanenin rafları kendilerini yeniden düzenleyerek hasarlı kitapları onarım araçlarına yaklaştırıyor. Bu hareket, onarım sürecini daha hızlı ve daha verimli hale getiriyor.
Araştırmacılar, DNA yeniden düzenleme modellerini ortaya çıkarmak için son teknoloji derin öğrenme yöntemlerinden birini kullandılar. Yüksek hacimlerdeki genomik veriyi analiz etmekte kullanılan bu yaklaşım, araştırmacıların UV hasarından sonra DNA bölgelerinin birbirleriyle etkileşime girme sürecindeki küçük değişiklikleri tespit etmelerine yardımcı oldu. Bu gelişmiş yöntem, yalnızca hasarın nerede meydana geldiğini değil, aynı zamanda genomun onarımları önceliklendirmek için kendini nasıl yeniden şekillendirdiğini de ortaya çıkardı.
Araştırmacılar, DNA'nın özellikle aktif ve erişilebilir olduğu genom bölgelerinin onarım için önceliklendirildiğini gözlemledi. Bu bölgeler, kütüphanedeki yoğun trafikli bölgeler gibi en kritik kitapların önce onarılmasını sağladı. Bu, hücrelerin UV maruziyeti gibi stresli koşullar altında bile temel işlevlerini sürdürmelerine yardımcı oldu.
DNA Hasar Yanıtı: Sade Bir Onarımdan Daha Fazlası
Araştırmacılar, UV radyasyonunun hasarlı DNA'yı onarmanın yanı sıra, gen aktivitesinde değişikliklere neden olduğunu keşfettiler. Özellikle hücrenin savunmasını koordine eden bazı genler daha aktif hale geliyor. Bu genler, hücrenin hayatta kalmasına ve iyileşmesine yardımcı olan proteinleri üretiyor.
Örneğin, hücrenin acil durum yanıt sisteminin bir parçası olan JUN ve FOS gibi genler, UV maruziyetinden sonra aktif hale geliyor. Bu genler, inflamasyonu kontrol etmeye ve hücreleri ölmekten korumaya yardımcı oluyor.
Çalışmanın baş yazarı Veysel Oğulcan Kaya, "Dikkat çekici olan şey, 3 boyutlu genom, transkripsiyon ve DNA onarımı arasındaki bu karmaşık koordinasyona tanık olmak. Bizi en çok şaşırtan şey, DNA hasar tepkisinin UV maruziyetinden sadece 12 dakika sonra gerçekleşmesiydi. Daha da şaşırtıcı olanı, iyileşmenin erken belirtilerini ilk 30 dakika içinde gözlemleyebilmemizdi" dedi.
Bu Neden Önemli?
Bu araştırma, hücrelerin genetik bütünlüklerini nasıl koruduklarına dair yeni bakış açıları sağlıyor. DNA'nın nasıl hareket ettiğini ve onarım sırasında belirli genlerin nasıl aktive edildiğini haritalayarak, bazı insanların neden UV ile ilişkili hastalıklara diğerlerinden daha dirençli olabileceğine dair ipuçları sunuyor.
Ekip, bu bulguların cilt kanseri gibi rahatsızlıkları önlemek ve tedavi etmek için yeni stratejilere ilham vereceğini umuyor. DNA'nın yeniden düzenlenmesinin ardındaki "kuralları" anlamak, bilim insanlarının vücudun doğal onarım süreçlerini güçlendirmek için daha iyi ilaçlar veya tedaviler tasarlamalarına yardımcı olabilir.
Sırada Ne Var?
Araştırmacılar, kanserojenler gibi diğer çevresel tehlikelerin DNA'nın organizasyon ve onarım mekanizmalarını nasıl etkilediğini incelemeyi planlıyorlar. Ayrıca, DNA onarımının nasıl çalıştığına dair daha net içgörüler elde etmek için yöntemlerini geliştirmeyi hedefliyorlar.
Adebali, "Bu çalışma sadece bir başlangıç. Bulgularımız, hücrelerin kendilerini yalnızca UV hasarından değil, çok çeşitli streslerden nasıl koruduğunu keşfetmenin kapısını açıyor" dedi.
TÜBİTAK 2232 projesi ile yürütülen bu araştırma, hücrelerimizin yaşamın planını korumadaki olağanüstü uyum yeteneğini vurguluyor. Bu, bir dayanıklılık ve hassasiyet hikayesi, bizi güneş ışığı gibi günlük zorluklarla karşı karşıya kalsak bile hayatta tutan bir makinenin hikayesi.
5 Şubat 2025'te Nature Communications'da yayınlanan çalışma, DNA'nın UV kaynaklı hasara ve onarım mekanizmalarına verdiği dinamik tepkiye ayrıntılı bir bakış sunuyor.

11/06/2025
Küresel İklim Değişimi Tarımsal Gıda Üretimini ve İnsan Beslenmesini Nasıl Etkiliyor?
Levent Öztürk
Sabancı Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi
Sürekli artan nüfusu beslemek insanlığın önündeki en önemli sorunlarından biri... Dünya genelinde 9 kişiden biri aç, yani günlük kalori ihtiyacını sağlayacak kadar yiyecek bulamıyor. Bulanların bir bölümü ise aslında karnını doyuruyor ama bir taraftan hala aç, çünkü yediği gıdalar (beyaz un, şeker, yağ gibi) kaloriden fazlasını vermiyor.
Bir tarafta gerçekten yiyecek bulamadığı için aç olanlar, diğer tarafta ise karnını doyuran ama protein, mineral ve vitaminlerce zengin gıdalara erişemeyen “gizli açlarımız” var. Hatta gizli açlık daha yaygın ve çözümü de daha zor, çünkü gizli açlığın sonu obeziteye kadar gidiyor.
Şimdi birileri diyebilir ki “Aslında dünyada herkese yetecek kadar gıda var, biz paylaşmasını bilmiyoruz”. Evet, doğru! Gezegenimiz şu anda 8.2 milyar insana yetecek kadar tarımsal gıda üretebiliyor. Ama sorun şu ki artan nüfusa ve değişen iklim koşullarına karşın bu durum ne kadar sürdürülebilir? Bu enteresan soruyu yanıtlamak için yıllardır sayısız hesap, modelleme ve simülasyon çalışması yapılmış. Elde edilen sonuçlar birbirinden oldukça farklı. Dünyanın “sürdürülebilir” olarak taşıyabileceği insan nüfusunu 4 milyar olarak hesaplayan da var, 16 milyar hesaplayan da… Hangi araştırma sonucunun daha doğru olduğu tartışmasına girmeden gelin bunların bir ortalamasını alalım: sonuç 10 milyar. Yani gezegenimiz yaklaşık olarak ancak 10 milyar insanı “sürdürülebilir” olarak taşıyabilir diyebiliriz. Peki bu 10 milyarlık “taşıma kapasitesine” ne zaman ulaşacağız? Bunun yanıtı daha kolay: Birleşmiş Milletler verilerine göre 2050’de 9.8 milyar, 2100’de ise 11.2 milyarız!
Aslında küresel açlık ile başa çıkma konusunda son 50 yılda çok önemli yol alındı ve hep iyiye doğru bir gidiş oldu. 1970-1974 yıllarında küresel “yetersiz beslenme yaygınlığı” %35 civarındaydı. Başka bir deyiş ile dünyada 100 kişiden 35’i günlük minimum enerji ihtiyacını karşılayacak kadar gıda bulamıyordu. Yetersiz beslenme sorunu yılar içerisinde ciddi oranda azaldı. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verilerine göre 2017 yılında %7.1’e kadar rekor seviyede geriledi. Ancak ne oldu ise bundan sonra oldu. Son 50 yıldır iyice azalan ve artık biter diye tahmin ettiğimiz yetersiz beslenme yaygınlığı, insanlık tarihinde ilk kez artışa geçti! FAO, 2023 rakamını %9.1 olarak açıkladı. Yıllardır hep iyiye giderken ne oldu da yine hortladı bu küresel açlık?
Küresel açlığın son birkaç yıl içerisinde artışa geçmesi, küresel iklim değişiminin etkilerine bağlanıyor. Ülkesel veriler incelendiğinde özellikle son yıllarda yaşanan iklim ekstremlerinin (aşırı ve düzensiz yağışlar, sıcaklık ekstremleri, kuraklıklar) tarımsal üretim sistemlerini olumsuz etkilediği görülebilir. Bu da “gıda güvenliğini”, nüfusun yeterli ve kaliteli gıdaya erişimini olumsuz yönde etkiliyor. Bilim insanları onlarca yıldır hangi bölgede, hangi bitki çeşidi, hangi yöntemler ile daha çok ürün verir diye araştırıp durdu. Zaten son 50 yıldır açlığın önü bu şekilde alınmıştı. Şimdilerde bilim insanlarını bekleyen daha karmaşık bir sorun var: değişen iklime karşın dünya nüfusunu nasıl sürdürülebilir şekilde besleyeceğiz?
Önceki yıllarda çiftçiler bilim insanlarından şöyle şeyler talep ederdi “Bana kuraklığa dayanıklı bir çeşit geliştirebilir misin?” veya “Şu hastalığa dayanıklı bir çeşit var mı?”. Bilim insanları da 50 yıldır çiftçilerin bu isteklerini tek tek gerçekleştirmek için uğraşıp durdu. Doğrusu çok da başarılı olundu ve artan nüfusa karşın küresel açlık azaldı. Ancak şimdilerde çiftçiler şöyle şeyler talep etmeye başladı “Buralar eskisi gibi değil. Daha önce görmediğimiz hastalık ve zararlılarla uğraşmak zorunda kalıyoruz. Mevsim içinde beklediğimiz yağmurlar birdenbire yağıyor, ekinlerimiz devriliyor. Tohumlarımız bazen kuraklıktan çimlenmiyor, bazen de hasat zamanı olmadık bir yağmur geliyor, tohum başaktayken çimleniyor, aman bi çare…”. Küresel iklim değişimi tarımsal üretim sistemlerimizi ve insan beslenmesini daha önce hiç görmediğimiz boyutlarda etkiliyor. Artık işler daha karmaşık. Önceki yıllarda bir veya iki soruna yanıt ararken, şimdilerde aynı anda ortaya çıkabilecek çok sayıda sorunla başa çıkmak gerekiyor. Dahası bu sorunlar durduğu yerde de durmuyor, çiftçinin beklediği yağmurlar gibi, düzensiz, değişken, ekstrem…
Son yıllarda gözlenen küresel iklim değişimi olaylarının insan kaynaklı olduğu aşikâr. En büyük suçlu da belli, fosil yakıt tüketimindeki inanılmaz artış! Öyle ki, dünyanın “taşıma kapasitesini” kendi ellerimizle azaltıyoruz. Küresel iklim değişiyor ve bunun hemen durdurulabilmesi mümkün değil. O zaman yapacak tek iş kalıyor, o da hazırlıklı olmak! Çünkü hazırlıklı olmak, bizi nereye götüreceği belli olmayan değişikliklere kapılmaktan iyidir. Tarım ve gıda üretim sistemlerimizi sadece küresel iklim değişikliğine değil, aynı zamanda küresel ekonomik ve politik değişimlere de dayanıklı hale getirmenin yollarını bulmamız şart. Bunun için de gözümüzü kırpmadan küresel değişimlere bağlı riskleri izlememiz, analiz etmemiz, erken uyarı ve yanıt sistemleri geliştirmemiz gerekiyor.
11/06/2025
Enflasyon Beklentileri Neden Önemlidir?
Fiyatların sürekli arttığı Türkiye gibi bir ekonomide, enflasyon beklentilerini anlamak büyük önem taşıyor. Enflasyon beklentileri, insanların önümüzdeki aylarda ya da yıllarda enflasyonun ne olacağını düşündüklerini gösterir. Peki bu beklentiler neden bu kadar önemli?
Çünkü beklentiler, gerçeği şekillendirir.
İnsanlar gelecekte enflasyonun yükseleceğini düşündüklerinde, bugünden önlem alırlar ve kendilerini bu fiyat artışlarından korumaya çalışırlar. Tüketiciler alışverişlerini öne çeker, stok yapar ya da daha yüksek maaş talep eder. Firmalar, maliyetlerin artacağını düşünerek fiyatlarını yükseltmeye ve görece uzun vadeli kontratlarını bu beklentiler doğrultusunda oluşturmaya başlar. Profesyoneller ise varlık fiyatlamalarını bu beklentilere göre yapar. Bu davranışlar bütünü, beklentilerin zamanla enflasyonun kendisine dönüşmesine neden olur.
İşte bu yüzden Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) gibi merkez bankaları, enflasyon beklentilerini yakından takip eder. Eğer beklentiler "çıpalanmışsa"—yani insanlar enflasyonun kontrol altında tutulacağına güveniyorsa—merkez bankası politikaları daha etkili olur ve enflasyonu kontrol etmek kolaylaşır. Çünkü herkes aynı beklenti çıpasına inanırsa, bu beklenti gerçekleşen enflasyona dönüşür. Bu durumu "kendini gerçekleştiren kehanet” olarak adlandırmak yanlış olmaz. Ancak beklentiler kontrolden çıkarsa, ekonomi pusulasız bir gemi gibi fırtınalı sularda yol almaya başlar ve gerçekleşen enflasyonun nereye varacağını kimse kestiremez. Bu belirsizlik ortamı ise politika yapıcıların en son isteyeceği durumdur.
Peki, kimin beklentisi daha önemli? Hanehalkları tüketim ve tasarruf kararlarını enflasyon beklentilerine göre belirler. Bu yüzden hanehalkları, talep yoluyla fiyatlar üzerinde baskı oluşturabilir. Fakat günün sonunda fiyatları ve maaşları belirleyen firmalardır. Bu sebeple belki de en çok firmaların beklentilerine kulak vermeliyiz. Firmalar enflasyonun artacağını bekliyorsa, fiyatlarını artırır, kontratlarını bu beklentiye göre düzenler ve müşterilerine bu beklenti doğrultusunda fiyat teklif eder. Ayrıca çalışanlarını başka firmalara kaptırmamak için daha yüksek maaş teklif etmek durumunda kalabilirler. Bu tür adımlar ise gerçekleşen enflasyonu daha da yükseltir.

Bu sonuçlar sadece teorik modellere dayanmaz. Son dönem ampirik araştırmalar, özellikle yüksek enflasyon dönemlerinde firmaların enflasyon beklentileri ile fiyatlandırma, istihdam, yatırım ve borçlanma kararları arasında güçlü bir ilişki olduğunu gösteriyor. Firmalar enflasyonun düşeceğini bekliyorsa geleceğe yönelik daha iyimser oluyorlar, fiyatlarını artırma eğilimleri azalıyor ve yatırım yapma konusunda daha istekli oluyorlar. Kısaca, belirsizliğin azalması ile birlikte geleceğe duyulan güven artıyor.
Özetle, enflasyon beklentileri yalnızca bir tahmin aracı değil, ekonomik istikrar için bir politika hedefidir. Ekonomiyi doğru yöne çevirmek istiyorsak, firmaların enflasyona dair ne beklediğini anlamak elimizdeki en güçlü pusulalardan biri olabilir.
11/06/2025
Üniversiteye ilk adım attığımda, takvimler 21. yüzyılın başını gösteriyordu. Üniversitelerde her şey daha yavaş, daha fiziksel, daha sınıf odaklıydı. Bilgi kutsal, bilgiye erişim zordu. Derslikler bilginin mabedi, hocalar hakikatin taşıyıcısı rolündeydi. Akıllı telefon, tablet yoktu, diz üstü bilgisayarlar öğrenci için lüks, olanı taşıması da ayrı dertti. Hoca tahtaya bir şema çizerdi, telefonunu çıkarıp tahtanın fotoğrafını çekemediğin bir dünyada not almaktan başka çare de yoktu. Çünkü o çizim ne kütüphanede vardı ne de Google’da.
Dolayısıyla bilgiye ulaşmak için sınıfa gitmek zorundaydı öğrenci. Hocanın anlattığını duymadan, o ortamda bulunmadan anlamak zordu. Ders biricikti, hocanın sesi gibi. Hatta çoğu zaman bir arkadaşın notları bile meseleyi çözmeye yetmezdi. Bilgi canlıydı, mekâna bağlıydı ve zamanla sınırlıydı. O yüzden sınıfa gelmek bir tercih değil, zaruretti.
Yapay zekâ araçlarının gündelik eğitime doğrudan dahil olduğu, bilgiye erişimin değil, bilginin yerini sorguladığımız bir dönemdeyiz artık. Sınıfa gelen öğrencilerin, “Burada ChatGPT’nin bana veremeyeceği ne var?” şeklindeki sorgulamalarının gayet meşru olduğunu kabul etmek gerek. Bugün öğrencilerin ders içeriğini öğrenmek sınıfa gitme mecburiyeti var mı? Dürüst olmak gerekirse bilmiyorum. Ama bu soruya verilecek -her ne kadar doğruluğundan emin olmasam da inandığım- bazı cevaplarım var.
Burada sanırım öncelikle soruyu yeniden formüle etmek gerekiyor. Benim derste anlattığım içeriği, dağınık bir internet denizinden eksiksiz, bağlamlı, yorumlanmış ve pedagojik olarak süzülmüş hâlde bulabilirler mi? Bilgiye ulaşmak kolay, ama sanırım anlam kurmak hâlâ zor. Nitekim, bilgiyi bulmak yetmiyor; neyi neyle ilişkilendireceğini, hangi bağlamda tahlil edeceğini bilmek gerekiyor. Dersler, bu bağlamı kuran, bilgiyi “ezber” olmaktan çıkarıp “anlam”a dönüştüren alanlar. Eğer sadece bilgi lazımsa, evet, Wikipedia yahut ChatGPT fazlasıyla yeterli. Ama anlam inşa etmek, düşünceye yön vermek ve çerçeve sunmak hâlâ dersin ve hocanın işi.
Bu noktada çok makul bir başka soru atılabilir ortaya. Öyleyse dersleri niçin kaydederek öğrencilerle paylaşmak yerine, öğrencileri derse davet ediyoruz? Hatta bu soruyu bir adım ileri taşırsak, bugün dersleri video olarak kaydettiğimizde yalnızca bir anlatı değil, aynı zamanda bir veri seti ürettiğimizi de kabul etmemiz gerekiyor. Bu video içerikleri, yalnızca öğrenciler tarafından tekrar izlenmekle kalmıyor; yapay zekâ sistemlerinin analizine de açık hâle geliyor. Diksiyonum, örnek seçimlerim, konulara ayırdığım süreler, soru-cevaplar, bunların hepsi tahlil edilebilir birer veri haline dönüşüyor. Bu durum, derste anlatılanın sadece pedagojik değil, dijital olarak yeniden üretilebilir bir nesneye dönüşmesi anlamına geliyor.
Peki neden dersi video çekip paylaşmıyorum da her dönem yeniden anlatıyorum? Çünkü ders anlatmayı sadece “bilgi aktarmak” olarak görmüyorum. Anlatım, anın ritmiyle, sınıfın tepkisiyle, öğrencinin o günkü hâliyle şekillenir. Aynı espri bir gün çalışır, ertesi gün sınıf sessiz kalır. Aynı örnek bir yıl öğrencinin ilgisini çekerken, bir sonraki yıl anlamını yitirebilir. Canlı anlatımın değeri, içeriğin değil bağlamın, ilişkinin ve etkileşimin taşıdığı anlamdadır.
Dolayısıyla dersin videosu izlenebilir; ama sınıf yaşanır. Bu fark, dijital çağın henüz tam olarak ikame edemediği yegâne pedagojik alan bana kalırsa. Bu yüzden dersi sadece “kaydedilebilir” değil, “kurulabilir” bir ilişki olarak görmekten yanayım. Ve bu ilişki her dönem yeniden kurulmalı, yeniden nefes almalı.
Yahut belki de bu yazı, modası geçmiş bir eğitim süreci üzerine kendince romantik gerekçeler üretmeye çalışan bir akademisyenin sayıklamalarından ibarettir. Bilemiyorum. Bunu zaman gösterecek.
11/06/2025
Doğru Düşünme Biçimi Neden İşyerinde Daha Etik Kararlara Yol Açar
Journal of Business Ethics'te yayınlanan makalemize dayalı olarak
Yazarlar: Öykü Arkan Tunç, Mahak Nagpal, Tobey Scharding ve Danielle Warren
Günümüzün hızlı çalışma ortamında, hepimiz her gün sayısız karar alıyoruz; bazıları rutin, bazıları yüksek riskli ve diğerleri ahlaki pusulamızı zorlayan kararlar. Ancak doğru şeyi yapmak söz konusu olduğunda, içgüdülerinize güvenmek mi yoksa durup düşünmek mi daha iyidir?
Journal of Business Ethics'te yayınlanan son çalışmamızda bu soruyu araştırdık. Felsefi gelenekler uzun zamandır etik muhakemenin önemini vurgularken, davranışsal etikteki son bulgular daha şüpheci bir tablo çizdi ve özellikle çatışan bakış açılarıyla uğraşırken düşünmenin bazen insanları daha az etik seçimler yapmaya yönlendirebileceğini öne sürdü.
Bu bize mantık dışı geldi. Peki, biz şunu sorduk: Acaba önemli olan insanların ne kadar düşündükleri değil de, ne hakkında düşündükleri olabilir mi?
Normatif düşünme adı verilen bir şeye odaklandık; bu, ahlaki değerler, etik ilkeler ve paydaşların çıkarları üzerine düşünmeyi içeren bir düşünme türü. Şunu bilmek istedik: Bu tür bir düşünmeyi teşvik etmek gerçekten daha iyi etik kararlara yol açıyor mu?
Altı deneyde, normatif düşünmeleri istenen kişileri, matematik veya mantık problemlerini çözmek gibi etik düşünme içermeyen şekillerde düşünmeye teşvik edilen kişilerle karşılaştırdık. Sonuçlar netti: Normatif düşünme tutarlı bir şekilde daha etik yargılara, niyetlere ve davranışlara yol açtı. Ahlaki olarak neyin doğru olduğunu düşünmeye teşvik edilen kişiler, düşünmenin kendisinin daha kötü davranışlara yol açtığına dair hiçbir işaret olmadan daha iyi seçimler yaptılar.
Peki bu kuruluşlar için ne anlama geliyor?
Bu, etik davranışı teşvik etmenin insanlara "sadece içgüdülerini takip edin" demek olmadığını öne sürüyor. Bunun yerine, insanların neyin doğru olduğunu ve neden doğru olduğunu düşünmeye teşvik edildiği bir kültür yaratmakla ilgili. Bu da, etik eğitimi, paydaş analizi egzersizleri veya basitçe değerler hakkında düşünceli konuşmaları teşvik ederek yapılabilir.
Kısacası, insanlar etiği doğru şekilde düşündüklerinde, etik davranma olasılıkları daha yüksektir. Ve bu, kuruluşların aktif olarak destekleyebileceği bir şeydir.

11/06/2025
Organik Tarım Nedir? Ne Değildir?
Selim Çetiner
Sabancı Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi
‘Organik tarım’ ya da ‘organik ürünler’; sizin hayalinizdeki gibi doğal yetişmiş, yani eskilerin tabiriyle “hüda-i nabit” doğal ürünler değildir. Peki organik tarım aslında nedir?
Organik Tarım” yazıp Google’ladığınızda, ilk sırada çıkan Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın internet sayfasında “Organik Tarım; üretimde kimyasal girdi kullanmadan, üretimden tüketime kadar her aşaması kontrollü ve sertifikalı tarımsal üretim biçimidir” diyor. Bu tanımın benzerlerini, organik tarımla ilgili hemen tüm yerli-yabancı kaynaklarda görmeniz mümkün. Bununla beraber, bu isimlendirmenin gerçeği yansıtmadığını bilen bazı ülkeler “ekolojik tarım” ya da “biyolojik tarım” deyimlerini tercih ediyorlar, “organik tarım” yerine. Neden diye sorarsanız; çeşitli dillerde biraz farklı anlamlar yüklenmiş olsa da, organik, “canlı organizmalarla ilgili” molekülleri ya da olayları tanımlar. Bu itibarla, organik olmayan bir bitki ya da hayvan yetiştirmek zaten mümkün değildir.
Bunun yanında, bu tanımın aynı derecede sorunlu olan birinci kısmına baktığımızda: “üretimde kimyasal girdi kullanmadan yapılan üretim biçimidir” deniliyor. Şüphe yok ki insanları “organik gıdalara” en fazla cezbeden de bu iddia. Bu yazıda, öncelikle “kimyasal girdi kullanmadan yapılan üretim” iddiası üzerinde okurları aydınlatmaya çalışacağım. Daha sonraki yazılarda da organik ürünler daha besleyici ve daha lezzetli mi, organik üretimle artan nüfusu beslemek mümkün olur mu gibi sorulara yanıt arayacağız.
“Organik Tarım” hareketinin başlamasını ve gelişimini kısaca özetlemek gerekirse, bunu yine bizzat tarımla uğraşan ve doğal yaşam döngülerini iyi gözlemleyen birkaç öncü kişiyi hatırlayarak yapmak her halde yerinde olacaktır. Örneğin Alman mistik antropolojist Rudolf Steiner 1924 tarihinde kaleme aldığı “Tarım Dersi” başlıklı kitabında, “biyodinamik” tarımın felsefesini anlatırken toprağın sağlığı üzerine yoğunlaşmış, ağırlıklı olarak da bitkisel üretimle topraktan uzaklaştırılan (sömürülen) minarelerin yerine konulması için çiftlikten çıkan her türlü bitkisel ve hayvansal atığın kompostlanarak toprağa geri verilmesi üzerinde durmuştur.
Aslında Aristo’nun öğrencisi Theophrastus’un eserlerinden, en az Antik Yunan’dan beri nohut-bezelye gibi baklagil bitkilerinin toprağı zenginleştirmede kullanıldığını görüyoruz. İşin enteresan tarafı, Antik Yunan’da ruhun insan gövdesi içerisinde bulunduğuna inanılıyordu. Bu nedenle, mercimek, nohut gibi baklagillerin yenmesi pek caiz değildi; bu gıdalar gaz yaptığı için ruhun uçmasına neden oluyordu... Ancak, toprağı zenginleştirmek için mutlaka bunların ekilmesi gerektiği biliniyordu.
Geçtiğimiz yüzyılın ortalarına kadar İngiliz sömürgesi olan Hindistan’da görev yapan Albert Howard ise 1940 yılında yazdığı “Tarımsal Vesayet” başlıklı eserinde, insanlığın ve uygarlığın geleceğinin “insanların faaliyetlerini, aslında en önemli varlıkları olan toprağı ve toprak verimliliğini koruyabilecekler mi?” sorusunda yattığını belirmiştir. Howard’a göre toprak verimliliği ancak bir muhasebeci titizliği ile topraktan uzaklaştırılan minerallerin hesaplanarak toprağa iadesi ile mümkün olabilir ve ancak böyle topraklarda yetiştirilmiş ürünlerle beslenen insanlar sağlıklı olabilirler. Aksi halde hem toprak hem de insanlar hastalanacaklardır.
Howard’ın yazdıklarının da etkisiyle İngiltere’nin ilk kadın ziraat mühendislerinden Lady Balfour, Suffolk’ta bir çiftlik satın alarak konvansiyonel ve “doğal” tarım tekniklerinin karşılaştırmasını yapmaya başlamış ve bir süre sonra bazı çiftçi ve bilimcilerin de katılımıyla 1946’da “Soil Association”ı kurmuştur. Bugün İngiltere’nin en büyük organik üretici birliği olan “Soil Association”ın ilk başkanlığını da yapan Balfour “Yaşayan Toprak” isimli eserinde; “Sürdürülebilir tarımın, toprak verimliliğini sonsuza dek sürdürecek, mümkün olduğunca yenilenebilir kaynaklarla sağlayacak ve çevreyi aşırı şekilde kirletmeyecek tekniklerin uygulanması ile toprak dahil gıda zincirinin tüm halkalarında biyolojik aktivitenin daim olması anlamına geldiğini” belirtmiştir.
Nitekim, organik tarımın felsefesini en veciz biçimde 1990’larda Prens Charles tarafından kurulan organik ürün şirketi “Dükün Orijinalleri” söylemektedir: “İnsanların yaşamlarını sürdürebilmesi ve gelişmeleri için insanların doğadaki bitkiler, hayvanlar ve diğer canlılar arasındaki hassas dengeyi bozmayacak bir uyum içinde yaşamaları gerekmektedir. Bu da ancak doğal kaynakları fazla tüketmeden, doğal yaşama zarar vermeden, çevre kirliliğine yol açmadan toprağı zenginleştirip koruyacak tarım metotlarını kullanmalarıyla mümkün olabilir. İnsanlara gelecekteki gıda üretiminde de gerekli olacak bir avuç toprakta dahi milyonlarca canlı mevcuttur. Bunlar toprağın verimliliği için gereklidir. Toprağın bu canlı kısmını korumak ve erozyonu önlemek insanlığın geleceği için zorunludur.”
Yapay gübreler yerine doğal gübrelerle toprak verimliliğini artırmayı öngören “Sürdürülebilir tarım” kavramı bugünkü “organik tarım”ın da temelini oluşturmaktadır. Bugünkü organik tarımın diğer ayağını da sentetik pestisitlerin (bitki hastalık ve zararlılarıyla mücadele kimyasalları) kullanılmaması oluşturmaktadır.
Tarımda kullanılan sentetik mücadele ilaçlarının doğal çevre üzerindeki olumsuz etkilerini ilk kez kitaplaştırarak, dikkatleri bu noktaya çeken 1962 tarihli “Sessiz Bahar” kitabıyla Rachel Carson olmuştur. Carson’un bu muhteşem kitabı sayesinde DDT önce ABD ve diğer gelişmiş ülkelerde ardından da Türkiye’de yasaklanmıştır. Tarımda aşırı ve bilinçsiz kimyasal kullanımının Çukurova’daki doğal yaşamı son 50 yılda nasıl olumsuz etkilediğini bizzat gözlemlemiş birisi olarak, DDT yanında diğer birçok kimyasalın doğa ve gıda zincirindeki etkilerini kabul etmemem mümkün değil. Tüketicilerin de tarımsal üretimde bilinçsizce kullanılan tarım ilaçlarından endişe duyması kadar doğal bir şey olamaz.
Bununla beraber, özellikle dikkatiniz çekmek istediğim husus şu: Organik ürünler hiç kimyasal kullanılmayan, doğanın bağrında kendiliğinden büyüyen ve toprağı alın teriyle sulayan çiftçi kardeşlerimiz tarafından sizlere ulaştırılan ürünler değildir. Ancak, organik ya da ekolojik pazarlarda bulduğunuz bir kısım kekik, adaçayı, defne yaprağı, yabani mantar gibi doğadan toplanarak sizlere ulaşan ürünler doğal yetişmiş olabilir, ki bunların da bir kısmının artık seralarda yetiştirilmeye başladığını görüyoruz.
Doğrudur; organik ürünler yetiştirilirken, çoğu sentetik gübre ve pestisit kullanılmaz ama 5262 sayılı Organik Tarım Kanunu ve ilgili iki adet Yönetmeliğinde belirtilen bir kısmı organik (hayvan dışkısı gibi) ama bir kısmı da organik olmayan gübreler, bunlara ilaveten bitkisel kökenli toksik maddeler ve bakır oksit ile bakır sülfat gibi organik olmayan kimyasallar kullanılır, hem de yoğun biçimde.
Aslında burada şaşıracak bir durum yoktur. Zira, tarımsal üretimin bizzat kendisi doğa ile bir mücadele şeklidir. Örneğin, tarım yaptığınız herhangi bir yerde sizin yetiştirmek istediğiniz bir ürünün yani bitkinin yanı başında doğadaki başka bir bitki de yetişip gelişmek isteyecek dolayısı topraktaki su ve bitki besin maddeleri için mücadele edecektir. Bu çiftçinin istediği bir husus olmadığı için bir şekilde bu “ot”tan kurtulması gerekir. Peki; otu ilaç kullanmadan çektiğini ya da mekanik olarak çapaladığını düşünelim. Bu sefer, belki de çekilen otla karnını doyuracak olan doğadaki başka bir canlı örneğin baharda uçuştuğunu baygın gözlerle izlediğimiz kelebeklerin tırtılları bu sefer bizim yetiştirdiğimiz ürünü yemek isteyecekler bu sefer de ürünümüz zarar görmüş olacaktır. Yine zengin biyoçeşitliliğimizin parçalarından olan çeşitli bakteri, mantar ya da virüsler ürünlerimiz üzerinde yaşam sürdürmek isteyecek, yine bu da ürünümüze zarar verecektir.
Bunlarla mücadele etmek için de sentetik kimyasal mücadele ilaçları kullanması mümkün olmayan organik üretici, bu böcek ya da zararlı hastalık etmenlerine karşı aynı derecede etkili alternatif kimyasallar kullanmak zorunda kalacaktır. Burada, çoğu bitkilerden izole edilen ki burada da çeşitli modern yöntemlerden bahsediyoruz, “bitki kökenli pestisitlerin” organik tarımcılar tarafından yaygın olarak kullanıldığını hatırlatmak gerekiyor. Bir hatırlatma daha yapalım, insanların maruz kaldığı kimyasalların zaten % 99’u doğal olarak yiyip içtikleri bitkilerden gelmektedir. Örneğin her gün gönül rahatlığı ile içtiğimiz kahvede binin üzerinde kimyasal bulunmaktadır ve bunlardan 28 tanesi test edilmiş ve 19 tanesinin farelerde kanser yaptığı saptanmıştır. Keza bitkilerden elde edilen “doğal pestisitler” 71 tanesi test edilmiş 37 tanesi karsinojenik bulunmuştur.
Tüketicilerden gelen tepki ve organik örgütlerinin baskısıyla, organik tarımda modern biyoteknolojik yöntemlerle Bacillus thuringiensis geni aktarılarak böceklere dayanıklı hale getirilmiş “Bt mısır” gibi bitkilerin kullanımı kesinlikle yasaklanmıştır. Bununla beraber Bacillus thuringiensis bakterisinden oluşan preperatların böcek öldürücü olarak organik yetiştiricilikte yaygın olarak kullanıldığını biliyoruz.
Bunlar üretim süresince tarlada kullanılanlar. “Başka neler var?” diye sorarsanız yediğimiz organik gıdaların içinde; onun için de yine Tarım Bakanlığı’nın Organik Tarım internet sitesindeki Organik Tarım Yönetmeliğine bakmanızı öneririm: E200, E220, E250, E296, E330 gibi her duyduğunuzda tüyleriniz diken diken eden katkı maddelerinin kullanılması serbest. Şaşırdınız mı? Lütfen şaşırmayın.
http://www.tarim.gov.tr/uretim/Organik_Tarim,Organik_Tarim.html linkinden Organik Tarım Yönetmeliği’ni açıp sayfalar dolusu katkı maddesinin listesini bizzat kendiniz görünüz.
Organik Tarım Kanunu’nun ve uygulamaya yönelik iki Yönetmeliğin aslında Avrupa Birliği’ndeki organik tarım mevzuatıyla bire bir aynı olduğunu hatırlatmakta yarar var. Keza, ABD’de uzun yıllar süren tartışmaların ardından çıkan “Organik Kurallar” da benzer hükümler içermekte ve yukarıda kısa tarihçede bahsettiğim ilk organik felsefeyle pek örtüşmemektedir.
Umarım, şimdiye kadar okuduklarınız, “organik ürünlerin” sizin hayalinizdeki doğal ürünler olmadığını, yani yazı başlığındaki “organik tarım ne değildir?” kısmını anlamanıza yardımcı olmuştur. Eğer paranız çoksa ve ruhunuza iyi geliyorsa tabii ki organik yemeye devam ediniz. Ancak, organik gıdaların öyle düşündüğünüz gibi pek de doğal olmadığı, bunun yanında daha besleyici ya da daha sağlıklı olmadığı gerçeğini de aklınızdan çıkarmayınız.