Call For Instructor Proposals - ECON Courses

Call For Instructor Proposals - ECON Courses

Sabanci University Summer School (June 22 - August 16, 2016) has job openings for faculty members/graduate students as instructors for the following undergraduate courses in Economics:

ECON202 Macroeconomics
ECON204 Microeconomics
ECON301 Econometrics

The courses will be conducted in English. For more information about the courses, please visit Faculty of Arts and Social Sciences website: http://fass.sabanciuniv.edu/

The applicants should have previous teaching experience of these courses at the undergraduate level, and interested Ph.D. students must have completed their field exams.

Applicants should send a package containing their C.V., and evidence of teaching ability (plus a recommendation letter for Ph.D. students) to:
                    Sena Balkaya
                    Summer School Office
                    E-mail: summer@sabanciuniv.edu

Application due date is February 1, 2016. The evaluations will start immediately.
On-campus accommodation for instructors may be available upon request.

Ayşe Parla Princeton İleri Çalışmalar Enstitüsü’ne kabul edildi

Ayşe Parla Princeton İleri Çalışmalar Enstitüsü’ne kabul edildi

Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Ayşe Parla, dünyanın sayılı kuramsal çalışmalar ve entelektüel düşünce merkezleri arasında yer alan Princeton İleri Çalışmalar Enstitüsü’ne (Institute for Advanced Study) kabul edildi.

Ayşe Parla’nın tüm 2016-2017 akademik yılını kapsayacak olan burslu üyelik daveti, “Tedirgin Umut: Bulgaristan Türkü Göçmenler, Etnik İmtiyaz ve Gündelik Hukuk” (Anxious Hope: Bulgarian-Turkish Labor Migrants, Ethnic Privilege and Everyday Law)” başlıklı kitap projesini tamamlaması için yapıldı.  Kitap, bir yandan göçmen işçilerin tabi olduğu yasaların göç rejimini nasıl düzenlediğini, diğer yandan ise hukukun gayrı resmi tezahürlerini inceleyerek, “umut”un hukuk tarafından kolektif bir duygu yapısı olarak üretilişini irdeliyor. 

Princeton İleri Çalışmalar Enstitüsü, daha genç araştırmacıların, kendi projelerini tamamladıkları süre zarfında, Enstitüde bulunan kıdemli üyelerin akıl hocalığında çalışmasına da aracı oluyor. Enstitü'de bugüne kadar 33 Nobel sahibi, 56 Fields Madalyası sahibinden 41'i ve pek çok Wolf ve MacArthur ödüllü araştırmacılar görev yapmış. Enstitünün geçmişte bünyesinde yer almış üyeleri arasında, 1955'te ölümüne dek bu kurumda kalan Albert Einstein'ın yanı sıra, Clifford Geertz, Kurt Gödel, Hetty Goldman, Albert Hirschman,  George Kennan, John von Neumann, J. Robert Oppenheimer ve Erwin Panofsky gibi bilim insanları ve araştırmacılar da bulunuyor. 

https://www.ias.edu/people/noted-figures

Öğrencimiz Emre Ekinci'nin "Young Global Pioneers" Deneyimi

Öğrencimiz Emre Ekinci'nin "Young Global Pioneers" Deneyimi

Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Ekonomi programı öğrencilerimizden Emre Ekinci, Ağustos ayında Çin’de gerçekleşen “Young Global Pioneers (YGP) - China 2015 Pioneering Journey” projesine katılarak üniversitemizi temsil etti.  


10 ülkeden 20 öğrencinin katıldığı projede, katılımcılar 3 hafta boyunca Çin’in 5 farklı şehrini dolaştı. Her şehirde uluslararası şirket ve organizasyonları ziyaret eden grup, aynı zamanda Çinli genç girişimcilerle de tanışma ve konuşma fırsatı buldu.

Programa Türkiye'den katılan tek öğrenci olarak Emre, Çin’de geçen 3 haftasını şöyle anlatıyor:


“Dünyanın dört bir yanından gelen arkadaşlarımla Çin’in benzersiz kültürünü ve yaşantısını gözlemlerken, birbirimizin kültürlerini de derinlemesine tanıma fırsatımız oldu. Şirket ziyaretleri, girişimcilerle olan sohbetlerimiz ve katıldığımız seminerler çok verimli geçti. Ayrıca otobüs ve tren yolculukları boyunca yaptığımız konuşmalar ve her akşam belli konularda tartıştığımız toplantılar dünyada yaşanan olaylara bakış açımı oldukça genişletti. Doğa sever bir SUDOSK’lu olarak Çin Seddi'ne yaptığımız treking'den, panda koruma alanında geçirdiğimiz zamandan ve Qingcheng Dağı’na tırmanışımızdan da büyük bir keyif aldım. Bu proje benim için eşsiz bir tecrübe oldu ve bana 9 ülkeden her zaman iletişimde kalacağım arkadaşlar kazandırdı. Umarım gelecek senelerde de üniversitemizden projeye devamlı bir katılım olur.”

YGP hakkında detaylı bilgi almak ve Tanzanya’da yapılacak bir sonraki “Pioneering Journey”e başvurmak için www.youglo.org sitesini ziyaret edebilirsiniz. 

Ayrıca https://www.facebook.com/YoungGlobalPioneers sayfasından hem Çin’de gerçekleşen projenin fotoğraflarını görebilir, hem de YGP’nin gelecek projelerini takip edebilirsiniz.

2015 Paris İklim Zirvesi sonrası izlenimler paylaşıldı

2015 Paris İklim Zirvesi sonrası izlenimler paylaşıldı

İstanbul Politikalar Merkezi (İPM)-Sabancı Üniversitesi-Stiftung Mercator Girişimi ev sahipliğinde 2015 Paris İklim Zirvesi – COP21’den İzlenimler Paneli yapıldı. Sabancı Üniversitesi’nin Karaköy’deki Minerva Palas binasında gerçekleştirilen panele, Paris’te zirveyi izleyen İPM Kıdemli Uzmanı Ümit Şahin, 2014/15 Mercator-İPM Araştırmacısı Ethemcan Turhan, 2015/16 Mercator-İPM Araştırmacısı Hande Paker ve Sabancı Üniversitesi CDP Türkiye Proje Yöneticisi Mirhan Köroğlu Göğüş konuşmacı olarak katıldı. Panele katılan dört konuşmacı da 30 Kasım – 12 Aralık tarihinde Paris’te gerçekleştirilen 2015 Paris İklim Zirvesi – COP21’de gözlediklerini ve zirveye ilişkin izlenimlerini paylaştı.

Panelde ilk sözü alan Ümit Şahin COP21’e ilişkin şunları söyledi: “Sabancı Üniversitesi bu sene ilk kez akredite kurum olarak COP21’e katıldı. İstanbul Politikalar Merkezi olarak 30 Kasım’da WWF Türkiye ile birlikte hazırladığımız Türkiye İçin Düşük Karbonlu Kalkınma Yolları ve Öncelikleri Raporu üzerine bir yan etkinlik ve 9 Aralık’ta Kömür Raporu üzerine bir basın toplantısı düzenledik. Bu sayede Paris İklim Zirvesi’nde Türkiye’nin politikaları ve müzakerelerdeki pozisyonuyla ilgili öneri ve eleştirilerimizi sunma fırsatı bulduk.

Paris Konferansı önceki iklim zirveleri ile karşılaştırıldığında en canlı iklim konferanslarından biriydi ama beklediğimizden daha sönüktü. Bunun nedenleri arasında 13 Kasım’daki saldırılardan sonra Fransız hükümetinin olağanüstü hal ilan etmesinin ve sivil eylemlere yönelik yasakların etkisinden söz edilebilir. Ancak zirveye katılım çok yüksekti ve 10 bini sivil toplumdan olmak üzere 30 bin kişinin konferansın resmi bölümüne kayıtlı olduğu açıklandı.

COP 21’den çıkan Paris Anlaşması basına büyük bir başarı olarak yansıdı. Sonucun böyle sunulmasının iki nedeni olabilir: Paris’ten bir anlaşma çıkmasını beklemeyenlerin çok sayıda, yani zirvenin sonucuna ilişkin karamsarlık dozunun yüksek olması, ya da medyanın bu konuları çok fazla takip etmemesi. Paris Anlaşması’nın kabul edilmiş olması önemlidir, ama ortada kurgulanmış bir başarı hikayesi olduğunu da söylemek gerekir. Hatta Birleşmiş Milletler’in ve ev sahibi Fransa’nın bu anlaşmadan bu kadar büyük bir başarı öyküsü çıkarmasını anlaşma içeriğindeki yetersizliklerin üzerini örtmeye çalışan bir politik manevra olarak yorumlamak da mümkün. Ancak yine de 2009’da Kopenhag zirvesinin çökmesinin yarattığı şokun aşılması ve Kyoto Protokolü’nün yerini alacak yeni bir anlaşmanın kabul edilmiş olması açısından Paris Konferansı yine de çok önemli bir dönüm noktası olarak nitelendirilebilir. Ayrıca bu anlaşmayla iklim değişikliğinin ne kadar büyük bir tehdit olduğu en güçlü biçimde ilan edilmiş oldu ve iklim değişikliği inkarcılığı dalgası, yani özellikle ABD’de de aşırı sağın yürüttüğü iklim değişikliğinin varolmadığı ya da insan kaynaklı olmadığı tezi çöktü.

Paris Anlaşması’nın Kyoto Protokolü’nden Farkı

Paris İklim Anlaşması’nda Kyoto Protokolü’nden farklı olarak izin verilebilecek  maksimum sıcaklık artışı hedefi konuldu. Küresel ısınmanın 2 santigrat derecede ve mümkünse 1,5 santigrat derecede sınırlandırılması gerektiğinde uzlaşıldı, ki ısınma bugün 1 dereceye ulaşmış durumda. Kyoto’dan farklı olarak azaltım hedeflerinin karbon bütçesi anlayışıyla değerlendirilmesi de anlaşmada yer aldı.  Kyoto’da sera gazı salımlarını ortalama yüzde 5 azaltım hedefi vardı ancak bu hedef karbon bütçesi hesabına dayanmıyordu. Karbon bütçesi hesabına göre küresel ısınmayı 2 santigrat derecede sınırlandırmak için 2100’e kadar küresel olarak en fazla 1000 gigaton karbondioksit daha atmosfere salınabilir. Böyle bir rehberin olması azaltım hedeflerinin işe yarar olup olmadığının ölçülmesi açısından önemli bir gelişme. Ayrıca Paris Anlaşması bu kez sadece gelişmiş ülkelerin değil, 195 ülkenin de yer aldığı evrensel bir iklim rejimi yaratıyor. Yukarıdan dayatılmış bir azaltım hedefinin değil, ülkelerin kendi belirledikleri ulusal katkı beyanlarıyla (INDC) iklim değişikliğiyle mücadeleye katıldıkları bir anlaşma olması da önemli. Bunun dışında, ilk kez iklim adaleti, toprak ana gibi kavramlar anlaşma metnine girdi.

Anlaşmadaki Sorunlar

Paris İklim Anlaşması’nın en önemli eksiği iklim değişikliğini durduramayacak olması. Anlaşmada 2, hatta 1,5 derecede sınırlandırmadan bahsedilse bile, ulusal emisyon azaltım hedeflerinin yer aldığı INDC’ler küresel ısınmayı 3 dereceye çıkartacak kadar yetersiz. Üstelik anlaşma bağlayıcı olsa bile eki sayılabilecek ve anlaşmanın en önemli kısmını oluşturan ulusal katkı beyanlarındaki emisyon azaltım hedefleri için bağlayıcılık söz konusu değil. Zaten Kyoto Protokolü de bağlayıcı bir iklim anlaşması olmasına rağmen, Kanada anlaşmadan çekilmiş ve hiçbir yaptırıma uğramamıştı. Net bir yaptırım öngörülmedikçe, örneğin bir iklim mahkemesi kurulmadıkça bu durum değişmeyecektir. Ancak bu anlaşmada emisyon azaltım hedeflerinin bağlayıcılığı daha da zayıf.

Paris anlaşmasındaki bir diğer sorun ise 2050’ye kadar ekonomiyi karbonsuzlaştırma hedefinin yer almaması. Anlaşmayla bu yüzyılın ikinci yarısında (ki bu aralık 2051-2100 arası gibi geniş bir dönemi ifade ediyor) karbon nötralizasyonuna ulaşma hedefi konuldu, ancak, kullanılabilir bir negatif emisyon teknolojisi ortada yokken nötralizasyon nasıl olacak, bu hedefe ne zaman nasıl ulaşılacak belli değil.

Yapılması Gerekenler

Bu anlaşmada asıl yapılması gereken 2020’ye kadar ulusal emisyon azaltım hedeflerini belirleyen mevcut INDC’lerin revize edilmesini mecbur kılmaktı. Ancak şu anda 2025’e kadar ülkeler mevcut hedeflerle devam etme hakkına sahip görünüyorlar. Bu da dünyaya bir 10 yıl daha kaybettirebilir. Türkiye açısından ise bundan sonraki ev ödevi 2018’e kadar ciddi bilimsel çalışmalarla INDC’sini revize etmesi ve fosil yakıt kullanımının artışına dayalı büyümenin sonlandırılması olmalıdır. Yeni INDC yapılana ve 2020’de Paris Anlaşması yürürlüğe girene kadar bütün yeni kömürlü termik santral lisanslarının iptal edilmesi veya askıya alınması da karbon altyapısına kilitlenmeyi engellemek için bir önlem olarak düşünülmelidir.”

Ethemcan Turhan COP21 izlenimlerini şu şekilde aktardı: “Paris’e gidilirken en temel tartışma konularından biri Türkiye’yi de ilgilendiren bir mesele olarak gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki ayrışmaydı. Ancak bu ayrışmanın sadece diplomatik terimler ile belirtilmesinin yanında ortak fakat farklılaştırılmış sorumlulukların kimler tarafından nasıl işlevselleştirileceği konusunda belirsizlikler söz konusu. Bu haliyle Paris Anlaşması, 1992 tarihli BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin eklerine atıf yapmasa da bu ayrım üzerinden hareket ediyor gibi görünüyor.

Paris’te iklim borcuna sebep olan yani gelişmelerini erken dönemde fosil yakıtlara dayalı tamamlayarak atmosferdeki adil kullanım haklarını çoktan tüketen ülkelerin iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinden zarar gören gelişmekte olan ülkelere finansman vermesi masadaydı. 2009 yılında Kopenhag’da önerilen 2020 sonrası yılda 100 milyar dolarlık bir iklim finansmanı havuzu oluşturulması kararı Paris’te resmen alındı. Yeşil İklim Fonu (GCF), Uyum Fonu (AF), En Az Gelişmiş Ülkeler Fonu (LDCF) gibi mekanizmalar ile bu fonların gelişmekte ya da en az gelişmiş ülkelere aktarılması kararlaştırıldı. Ancak Türkiye -en azından anlaşmanın bu haliyle- gelişmiş ülke statüsünden ötürü Küresel Çevre Fonu (GEF) hariç  diğer fonlardan faydalanamayacak. Bu hususta COP21 dönem başkanı ve Fransa dışişleri bakanı Laurent Fabius, Türkiye’nin talebi üzerine 2016’da Fas’ta düzenlenecek COP22’ye kadar Türkiye’nin özel koşulları üzerine istişareler yapacağını belirtti.

Şunu vurgulamak gerekir ki iklim finansmanı sadaka veya yardım değil haktır. Bu yüzden de bu finansmanı hem azaltım ve uyum için destek hem de halihazırda verilen zararın tazminatı olarak ele almak gerekir. Özellikle ABD’nin baskılarıyla Paris Anlaşması’nın kayıp-zarar mekanizmalarıyla ilgili bölümüne bu mekanizmanın herhangi bir sorumluluk/tazminat doğurmayacağı maddesinin eklenmesi bu açıdan çarpıcı. ABD açısından anlaşmanın cumhuriyetçilerin çoğunlukta olduğu kongreden geçmeyeceği öngörüldüğünden böyle bir maddenin eklenmesi gerekiyordu. Öte yandan özellikle Paris’te üzerinde uzlaşılan iklim finansmanının ülkelere verilen mevcut resmi kalkınma yardımına (ODA) ek olarak verilmesi gerekir. Halihazırda çift taraflı ve çok taraflı mekanizmalar aracılığıyla iletilen kalkınma yardımlarının (ki OECD ülkelerinin GSYİH’lerinin %0.7’sine denk gelmesi gerekir) yeşile boyanarak sunulması riski de bulunduğu ve böylelikle iki kere sayılması söz konusu olduğu için özellikle dikkatli olunması gerekiyor.

Paris Anlaşması önemli bir diplomatik başarı ancak gezegenin biyofiziksel sınırları göreceli gelişmeleri ve diplomatik zaferleri umursamıyor. 1.5 santigrat dereceyle sınırlanmış bir iklim değişikliği için şu ana kadar verilen taahhütler ve yaptırımlar yetersiz. Ülkelerin çok daha gerçekçi ve bilimle uyumlu adımlar atmaları gerekiyor. Her ne kadar Paris Anlaşması yüzyılın ikinci yarısında (2050-2099) karbon nötrlüğü hedeflese de bu bir bilimsel bir nitelik taşımıyor zira hem de karbon tutma saklama gibi negatif salımlar olacağını iddia eden yanlış çözümlere hem de uluslararası olarak transfer edilen azaltım çıktıları adıyla anlaşmaya işlenen karbon offsetlerine/piyasalarına bel bağlıyor. Bu da mevcut iktisadi-politik sistemin sadece teknolojik gelişmelerle aynen devam edebileceği gibi bir illüzyon yaratıyor. Öte yandan dünyanın en önde gelen bilim insanlarının söylediği gibi eğer 2020-2030 arasında küresel seragazı salımlarında zirve yapıp, 2050 itibariyle küresel ekonomiyi tamamıyla karbonsuzlaştırmazsak 1,5 santigrat derece gibi 2 santigrat derece limiti de ancak hayal olarak kalabilir.

Bir başka çarpıcı sonuç olarak Paris Anlaşması metninde kömüre, fosile ve yenilenebilir enerjiye atıf yapılmıyor. Dahası uluslararası taşımacılıktan (gemi ve havayolu) doğan salımlar da anlaşmaya dahil edilmediğinden önemli bir eksiklik mevcut. Uluslararası taşımacılık sektörü neredeyse Almanya’nın salımlarına denk düşecek miktarda toplam seragazı salımlarının %2’sine sebep oluyor. Öte yandan anlaşmanın giriş bölümünde cinsiyet eşitliği, göçmen hakları, insan hakları ve Doğa Ana ile ilgili referansların varlığı önemli bir kazanım olarak değerlendirilebilir.

Türkiye, Paris sonrasında özel koşullar politikası gütmek yerine sosyo-ekonomik bir dönüşüme hazır olmalı. Halihazırda küresel ölçekte pek çok özel sektör kuruluşu fosil yakıtlardan çıkarken Türkiye’nin de hem kendi toplumsal gelişmesi için hem de küresel ölçekte bir oyuncu olması için bunu dikkate alması önemli. Bu anlamda bir enerji dönüşümü planı çerçevesinde net azaltım hedefleri konulmalı ve somut adımlar atılmalı. Dahası mevcut uyum stratejileri de güncellenerek kısa, orta ve uzun vadede bu stratejinin altbaşlıkları için ciddi miktarlarda kaynak aktarılmalı. Yerel yönetimlerin de bu hususta önemli bir rolü var. Türkiye iklim değişikliği konusunda eğer bir 20 yıl daha kaybetmek istemiyor ve öncü olmak istiyorsa, araştırma-geliştirme ve özellikle iklim değişikliği konusunda akademik çalışmalara ve kurumlara yatırım yapmalı. Ben şahsen Paris’i büyük bir zaferden ziyade önemli bir politik sıçrama tahtası olarak görüyorum. Dünya Paris sonrası mutlaka bir dönüşüm yaşayacak fakat mühim olan bu dönüşümün adil, eşitlikçi, katılımcı ve şeffaf olması. Fosil yakıt sektöründe çalışanlar için de bu dönüşümün adil olması önemli. Bu sektörlerden çıkacak milyonlarca kişi için yeni beceriler kazandırma ve yeni sektörlere yönlendirme konusunda kaynak ayırılmalı. Türkiye değişen bir dünyadan ayrı kalamayacaktır bu nedenle de ne kadar erken ve öncü davranırsa oyun kurucu olmaya o kadar yaklaşabilir.”

Hande Paker COP21 izlenimlerine ilişkin şunları söyledi: “COP21’de iki ana alanda sivil toplum katılımı gördük. Bunlardan birincisi resmi müzakerelerin devam ettiği mavi bölgenin yanında sivil toplumun çalıştığı BM tarafından düzenlenmiş alandı (climate generations). İkincisi ise “Zone d’action pour le climat (İklim Eylem Bölgesi)” denilen sivil toplum katılımcılarının alternatif zirve yürüttüğü alandı. Bu alanlarda iklim adalet ağları, küresel STK’lar, yerel-küresel hareketler ve yerli halklar çeşitli toplantılar, yan etkinlikler ve forumlar düzenledi.

“İklim adaleti” kavramı uzun zamandır sivil toplumun gündeminde ancak iklim değişikliğinin teknik değil siyasi bir mesele olduğunu hatırlatması açısından ses bulması önemliydi. “Karbonsuzlaşma” anlaşma metnine giremedi ancak sivil toplum hareketinin en önemli talepleri arasındaydı. Fosil yakıt endüstrilerinin bitirilmesi çerçevesinde önemli bir kampanya şirketlerin fosil yakıt yatırımlarından vazgeçmesini talep eden (Divestment) kampanyasıydı. Anlaşma çerçevesine giren bazı çözümlerin yanlış çözümler olduğu vurgulandı. Nükleer enerji, hidroelektrik enerji elde etmek için yapılan ancak büyük ekolojik ve sosyal tahribata yol açan barajlar ve karbon piyasalarının yanlış çözümler olduğunun altı çizildi. Yenilenebilir enerji, enerji üretimini daha küçük ölçekte düşünmek ve atıklardan enerji üretmek gibi yaratıcı çözümler ise gerçek alternatifler arasında sayıldı. Ayrıca işçi haklarını gözeten şekilde enerji üreten ve herkes tarafından erişilebilir temiz enerji üretimini hedefleyen enerji adaleti/demokrasisi kavramı ses buldu. Bunlara ek olarak, gıda güvenliği yerine gıda egemenliğinden bahsedilmesi gerektiği konuşuldu. Sorunun sadece masada gıda olması değil, gıdanın kimler tarafından nasıl üretildiğinin de tartışılması gerektiği belirtildi. 

Alternatif zirvelerde  iklim değişikliği ve adalet, iklim değişikliği - enerji politikaları, işçi hakları - iklim değişikliği, insan hakları - iklim değişikliği, küresel ticaret anlaşmaları ve sınırsız büyüme kesişen meselelerdi. Bu meselelerin kesişmesi iklim hareketinin tabanın genişlemesi açısından önemli. Geleceğe yönelik yoğun eylemlilik planları ise iklim hareketi yaratma fikrinin güçlenerek devam ettiğini gösteriyor.

Paris anlaşması bağlayıcılığı olan kuvvetli bir anlaşma değil ve 1.5 santigrat derece hedefinin var olan INDC’lerle gerçekleşmesi mümkün değil. Yine de ortak bir çerçeve sağladığı ve söylemsel de olsa bazı hedefler koyduğu söylenebilir. Ancak asıl sorulması gereken soru bu anlaşma hakikaten dönüştürücü bir araç olabilir mi? Buradan bir iyi bir de kötü haber çıkarmak mümkün. İyi haber, iklim hareketinin eylemliliği, kapsayıcılığı ve ortak kaygılar müşterekler üzerinden hareket edebilmesi. Kötü haber ise karar alıcılar ve sivil toplum arasındaki etkileşimin zayıf olması ki dönüşüm açısından karar alıcıların kilit rolü düşünüldüğünde bu önemli bir eksiklik.”

Son olarak panelde konuşan Mirhan Köroğlu Göğüş’ün COP21’e ilişkin izlenimleri şöyle: “Paris Konferansı’nda iş dünyasının önceki senelerden çok daha aktif olduğunu ve farklı yapılar içinde hareket ettiğini gördük. Bu yapılar arasında yer alan We Mean Business koalisyonu, şirketleri iklim değişikliği ile ilgili açıkladıkları verilerin ötesine bakmaya ve küresel bir iklim anlaşmasını desteklemeye çağıran ve Paris’te iş dünyasının özellikle müzakerelerden beklentilerini ve anlaşmada yer almasını bekledikleri konuları vurgulayan çalışmalar yürüttü. Talep edilen başlıkların bir kısmı Paris Anlaşması’nda yer aldı. Science Based Targets (Bilime Dayalı Emisyon Azaltım Hedefleri) adı altında CDP’nin başı çektiği inisiyatif ise konferans öncesi ve sırasında bilim dünyasının ve hükümetlerin de kabul ettiği gibi küresel sıcaklık artışının en fazla 2 derece seviyesinde tutulmasını sağlamak amacıyla şirketlerden bilime dayalı metodolojilere göre emisyon azaltım taahhütlerinde bulunmalarını talep etti.

İşin yatırımcı ayağında ise Birleşmiş Milletler ve CDP’nin ortaklığında kurulan Portfolio Decarbonization Coalition (Portföy Karbonsuzlaştırma Koalisyonu) girişimi yer aldı. Yatırımcılar bu girişim kapsamında portföylerinin karbon miktarlarını aşamalı olarak azaltmak için düzenli olarak portföylerinin karbon miktarını ölçmek ve açıklamakla yükümlü. Paris konferansı sırasında özellikle Allianz ve ADP gibi lider iki yatırımcının koalisyona katılması süreci daha da görünür kıldı. Yatırımcılar özellikle tüm ülkelerin Paris konferansı öncesi ve sırasında Birleşmiş Milletlere sunduğu katkı beyanlarını sonuna kadar destekleyeceklerini ve taahhüt edilen değişime hazır olduklarını belirttiler. Bu değişimin ana bileşenlerinin ise karbon fiyatlandırması, yatırım portföylerinin karbonsuzlaştırılması, teknolojik yatırım ve inovasyonun desteklenmesi olduğu vurgulandı. Yine Birleşmiş Milletler çatısı altında kurulan Caring for Climate hareketi kapsamında Paris’te bir iş dünyası forumu gerçekleştirildi. İş dünyası liderlerini iklim değişikliğine karşı çözümler ve politikalar üretmek üzere harekete geçirmeyi hedefleyen girişim kapsamında şirketler özellikle iklim değişikliği adaptasyonu konusunda yeni ve inovatif çözümler üretmek için çalışacaklarını vurguladılar. Özellikle teknolojik yatırımlar ve inovasyon alanında fosil yakıtlara bağımlı bir ekonomi kapanından bir türlü kurtulamayan dünyanın halen eski teknolojileri kullandığını ve karbon emisyonlarının neredeyse yarısının bu eski teknolojilerden kaynaklı olduğu vurgulandı. Bu kapandan kurtulup yenilenebilir enerji ve inovasyon destekli bir ekonomik sisteme geçişin ancak finansal destekle sağlanabileceği, bunun da yeşil büyüme ve yeni iş imkanlarının kapısını açabileceği konuşuldu. Ekonomik dönüşümün sağlanması için gerekli dinamiklerin henüz oluşmadığı ve fosil yakıtların hala pazarı domine ettiği vurgulanarak fosil yakıtlara verilen desteklerin acil olarak kaldırılması ve bu desteklerin yeni teknolojiler ve yenilenebilir enerjiye aktarılması gerektiği üzerinde duruldu.

Karbon fiyatlandırması konusu Paris anlaşma metnine girse de karbonsuzlaşma (decarbonization) hedefinin çıkartılarak yerine  ‘karbon nötrlemesi’ kavramının getirilmesi ve henüz etkinliği kanıtlanmamış karbon tutma ve saklama sistemleri ve karbon piyasalarına dayanan ibarelerin anlaşmaya girmiş olması iş dünyasını harekete geçirecek süreçlerin kısa vadede sekteye uğramasına sebep olacaktır.”

Nakiye Boyacıgiller İle Çok Uluslu Şirketlerde Kültürlerarası Yönetim Üzerine Bir Sohbet

Nakiye Boyacıgiller İle Çok Uluslu Şirketlerde Kültürlerarası Yönetim Üzerine Bir Sohbet

Küreselleşmeyle birlikte, her geçen gün farklı kültürler birbirleriyle daha fazla etkileşime geçiyor ve daha fazla iletişim kuruyor. Yine küreselleşmenin bir sonucu olarak çokuluslu şirketlerde farklı kültürler aynı ortamda çalışmak durumunda kalıyor. Bu da iş hayatında yeni zorlukların yanı sıra fırsatları da beraberinde getiriyor. Bu noktadan hareket ederek, geleceğin üst yönetici adaylarına ışık tutması amacıyla, Sabancı Üniversitesi Yönetim Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nakiye Boyacıgiller ile küreselleşen dünya ve çokuluslu şirketlerde kültürlerarası yönetimin önemi üzerine bir sohbet gerçekleştirdik.

Öncelikle sizden kısaca kültürlerarası yönetimin ne olduğunu dinleyebilir miyiz? Neden önemlidir?

Farklı kültürlerden gelen kişilerin daha etkin çalışabilmeleri için kültürün birçok olgu üzerindeki etkilerini bizzat anlamak ve bu konuda çalışanları eğitmek; bunu yönetmeye çalışmak günümüz iş dünyasının olmazsa olmazları içinde yer alıyor.  Kültürel çeşitlilik, ülkeler için, şirketler için bir zenginliktir. Fakat araştırmalar gösteriyor ki bu zenginliği yönetemediğiniz zaman çok sorun yaşanıyor. Başta iletişim zorlaşıyor, çelişkiler artabiliyor. Bu zenginlik bilinçli bir şekilde yönetilirse getirdiği avantajlar zorluklardan çok daha fazla oluyor.

Bu arada bir ayrıntı daha var: Biz kültürlerarası yönetim deyince kültürü sırf “milli” veya “etnik” kültür olarak ele almıyoruz. Farklı disiplinlerden gelen insanların kültürleri de farklı olabiliyor. Buna örnek olarak bir mühendis ve bir pazarlama uzmanının disiplinlerinden kaynaklanan farklılıkları gösterebiliriz. Bazen bu disiplin farkları iyi yönetilmediği zaman çalışma ortamını zorlaştırabiliyor. Aynı zamanda kadınlar ve erkekler arasındaki farklar da kültürlerarası farklara güzel bir örnek olarak karşımıza çıkabiliyor.

Kültürlerarası yönetim ve küresel akıl

Kültürlerarası yönetim bireyin iş hayatındaki başarısını etkiler mi? Nasıl?

Kültürlerarası yönetim bireyin iş hayatında elde edeceği başarılar açısından elbette çok önemlidir. Küresel dünyada, çalıştığınız şirket veya sahibi olduğunuz şirket “çokuluslu” bir şirket olmayabilir ancak, tedarikçilerinizin, müşterilerinizin vb. farklı kültürlerden gelme olasılıkları çok yüksek. Farklı kültürlerden gelen insanlarla daha iyi ve daha verimli çalışmak için “küresel akıl” dediğimiz kavram ön plana çıkıyor.

Özellikle çokuluslu şirketlerde ortak bir dilin ve kurum kültürünün oluşmasında kültürlerarası yönetimin etkisi var mıdır? Eğer var olduğunu düşünüyorsanız kültürlerarası yönetim bunu nasıl sağlar?

Burada yine küresel aklın önemine vurgu yapmak istiyorum. Ortak dil oluşturmak her zaman için zor bir konudur. Ortak bir dilin oluşumu yeni kültürlere açıksanız olur. Bu da yine kültürlerarası yönetim ve küresel akıl olgularını karşımıza çıkartıyor. Muhtar Kent’in de söylediği gibi “Yaptığımız işin her aşamasını tepeden tırnağa çok çok iyi bilmek zorunda değiliz ancak iş yaptığımız piyasaları ve oradaki insanları bilmek zorundayız.”

Liderlerin dünyayı birden çok açıdan görme özellikleri vardır. Eğer siz bir uluslararası şirketseniz,  Güney Amerikalı, Afrikalı çalışanlarınız olabilir. Tek tip bakış açısına göre şirketi yönetirseniz iyi takımlar kuramazsınız ve ortak dil oluşturamazsınız. İşte bu noktada kültürlerarası yönetim devreye giriyor. Yeni kültürlere açık olan, olaylara birden çok açıdan yaklaşabilen bireylerce yönetilen şirketlerde başarılı bir kültürlerarası yönetim sergilenirken, ortak bir dil de oluşturulabiliyor.

Siz de kadın bir yönetici olarak, kendi deneyimlerinizden yola çıkarak, kadınları kültürlerarası yönetimde nasıl bir noktada görüyorsunuz?

Bugün elimizde kadınların liderliği ve kadınların yönetim tarzı hakkında çok sağlam akademik bulgular bulunmuyor. Çok uzun zaman kadınların çalışması makbul görülmüyordu. Kadınların iş hayatındaki liderliği ve yöneticiliği ile ilgili elimizde sağlam bulgular yok ancak, birçok kültürde kız çocuklarına kibar olmaları, karşılarındakini dinlemeleri telkin ediliyor. Günümüz dünyasında dinleyebilmek ve empati kurabilmek çok önemli. Bunlar belirttiğim gibi kız çocuklarına verilen mesajlar. Benim kişisel görüşüm de kadınların çok kültürlü ortamlarda daha başarılı oldukları yönünde.

MBA ve Executive MBA programları kültürlerararası yönetim becerilerini ne ölçüde kazandırıyor?

Sabancı Üniversitesi’nde kültürlerarası yönetim konusuna çok önem veriyoruz. Yöneticilerin ve yönetici adaylarının uluslararası deneyim kazanmasının şart olduğuna inanıyoruz. Küresel akıl da ancak bu şekilde gelişiyor.

Sabancı Üniversitesi Yönetim Bilimleri Fakültesi olarak EMBA katılımcılarımızı iki haftalığına dünyanın önde gelen yönetim bilimleri okullarından MIT Sloan School of Management’a götürüyoruz. Öğrencilerimiz burada iki hafta boyunca yoğun bir “Liderlik ve İnovasyon” programına katılıyor. Katılımcılarımız burada MIT Sloan School of  Management’ın en iyi öğretim üyelerinden ders alma fırsatını yakalıyorlar.

Bu programın yanı sıra, Sabancı Üniversitesi’nde şu an benim başını çektiğim EMBA Consortium for Global Business Innovation programımız var. Program kapsamında sekiz ülkede dokuz ortak üniversite olarak oluşturduğumuz bir program var. Sınıf bu ülkelerden gelen katılımcılardan oluşuyor. Böylelikle katılımcılar farklı kültürleri tanıma şansını yakalıyor.

MBA Programımıza gelince sınıfta yabancı öğrenci bulunmasına özellikle dikkat ediyoruz. Keza bu yıl MBA sınıfımızda 25-30 yabancı uyruklu öğrencimiz var. Birçok dersimiz proje bazlı olduğu için öğrencilerimiz ekipler halinde birlikte projeler hazırlıyor. Proje gruplarında farklı kültürlerden gelmenin zorluklarını yaşıyorlar, bu zorlukları aşmayı öğreniyorlar. Böylelikle kültürlerarası yönetim becerileri ve küresel akılları gelişiyor. Bir öğretim üyesi olarak ben ne kadar kültürlerarası yönetim konusunu anlatsam da çok kültürlü bir ortam sağlamamız, bunu bizzat yaşamaları daha iyi öğrenmelerini sağlıyor.

“Türkiye kadın insan kaynaklarını kullanamıyor… Kadınlar kendilerine yatırım yapmalılar”

Kadınların iş hayatına katılımını nasıl değerlendiriyorsunuz? Kadınların üst yönetime ulaşmaları konusunda önlerinde engeller olduğunu düşünüyor musunuz? Bu engeller nasıl aşılır?

Türkiye bu konuda tam bir tezatlar ülkesi diyebilirim. Bir yandan bankacılık, yükseköğretim gibi bazı sektörlerde kadın çalışan oranı yadsınamayacak kadar iyiyken genele baktığımızda kadınların iş gücüne katılım oranı ancak yüzde 30’larda kalıyor. Avrupa’da bu oran bizim iki katımız kadar. Yani kadın insan kaynaklarını kullanamıyoruz. Gelişen bir ülke için olmaması gereken bir lüks. Ekonomik kalkınmada istediğimiz hedeflere ulaşabilmemiz için kadınlarımız mutlaka iş hayatına girebilmeli. Bunun için de bir eğitim seferberliği şart. Eğitim düzeyi arttıkça iş hayatına katılım da artıyor. Bu noktada başta devlet olmak üzere birçok kişi ve kuruma sorumluluk düşüyor. Devletin bazı yaptırımlar uygulaması gerekiyor. İş yerleri doğum izinleri konusunda daha esnek olmalı ve kreş imkanı sunulmalı. Ders kitaplarında da kadının temsili değişmeli.

Ama kanımca kadınların çalışma hayatına katılımı ile ilgili ilk engel kendi ailelerimizden geliyor. Birçok kız çocuğunun aklına büyüyünce tek işinin ev hanımı ve anne olacağı mesajı yerleştiriliyor. Yani kız çocuklarının kafalarına engel yerleştiriliyor, okul kitaplarımız, ailelerimiz, siyasetçilerimiz bu mesajı destekliyorlar.  Benim en büyük şansım, biz çocukken rahmetli erkek kardeşime sorulduğu gibi bana da “Büyüyünce ne olacaksın?” diye sorulması oldu. Bu soru bana, benim büyüyünce iş sahibi olmamın beklendiği mesajını çok güçlü bir şekilde vermişti.

Çocuk yetiştirmek kadınların önünde çok büyük bir engel olarak algılanıyor. Halbuki son araştırmalar gösteriyor ki erkekler de ev işleri ve çocuk bakımını üstlendiklerinde hem evlilikler daha mutlu oluyor ve hem de çocuklar daha sağlıklı büyüyor.

Kanada’nın yeni başbakanının kabinesinin neden yüzde 50’sinin kadınlardan oluştuğuna dair gelen bir soruya cevaben yaptığı bir açıklaması var: “Çünkü yıl 2015” demişti. Benim görüşüm, aynı şekilde, üst düzey yönetimlerinde yüzde 50 oranında kadın olmayan şirketler bunu derhal değiştirmek için aksiyon planı yapmalı.

İş hayatına katılımda kadınlara da büyük rol düşüyor. EMBA sınıfındaki kadın oranını yeterli bulmuyorum. EMBA Direktörü olarak benim kişisel hedefim kadın katılımcı oranını artırmak. Şirketlerden bu konuda daha fazla destek isteyeceğiz. Ayrıca kadınlar kendilerine yatırım yapmalılar. Bugünkü bilgi toplumunda bilgi edinmek ve network oluşturmak çok önemli. EMBA programına katılmak bunları sağlarken, aynı zamanda Ben kariyerimde yükselmek istiyorum, daha yüksek bir yere gelmek istiyorum” mesajını da kuvvetli bir şekilde yöneticilerine veriyorlar.

Prof. Dr. Nakiye Boyacıgiller kimdir?

Uluslararası yönetim konularında uzman olan Prof. Dr. Nakiye Boyacıgiller, Sabancı Üniversitesi Yönetim Bilimleri Fakültesi’nin eski dekanıdır.

Prof. Dr. Nakiye Boyacıgiller Türkiye, ABD ve Fransa’da eğitim gördü. Lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Nakiye Boyacıgiller, yükseklisans eğitimini Anderson School at the University of California’da aldı. Ardından Haas School of Business, University of California, Berkeley’den doktora derecesini aldı. Sabancı Üniversitesi’ne katılmadan önce, 17 yıl boyunca San Jose State University’de çalıştı, Anderson School at UCLA’da,  Haas School of Business, University of California, Berkeley’de, Stockholm School of Economics’te, Bilkent Üniversitesi’nde ve Boğaziçi Üniversitesi’nde ders verdi.

Ödüllü öğretim üyesi Prof. Dr. Nakiye Boyacıgiller’in çalışma alanları kültürlerarası yönetim ve organizasyonel davranış. Türk organizasyonlarının kültürel içeriği üzerine semineri hem iş dünyası hem de akademik çevreler tarafından büyük beğeni kazandı. Prof. Dr. Boyacıgiller, 2007 yılında Academy of International Business (AIB) üyeliğine seçildi.

Prof. Dr. Nakiye Boyacıgiller AIB Başkanlığı (2014 – 2015) ve Academy of Management’ın Uluslararası Yönetim Bölümü Başkanlığı (1996-1997) dahil olmak üzere iş ve akademi dünyasından organizasyonlara liderlik yaptı. AACSB’nin (The Association to Advance Collegiate Schools of Business) Direktörler Kurulu ve Avrupa Danışma Kurulu Üyeliği yaptı (2012-2014). Vienna University of Economics and Business, Bologna Business School, Cyprus International Institute of Management, KAGIDER (Women Entrepreneurs Association of Turkey), İstanbul Politikalar Merkezi Türk Filantropi Vakfı ve Değişim Liderleri Derneği’nde danışma kurulu üyeliği görevlerini yürüttü..

Prof. Dr. Nakiye Boyacıgiller’in Sabancı Üniversitesi Yönetim Bilimleri Fakültesi Dekanlığı döneminde, öğretim üyelerinin sayısı artırıldı, yeni programlar hayata geçirildi, öğrenci sayıları 10 kat yükseldi, AACSB Akreditasyonu alındı ve MIT Sloan School of Management ile stratejik işbirliği anlaşması imzalandı.

Boyacıgiller, halen Sabancı Üniversitesi Yönetim Bilimleri Fakültesi’nde ders vermekte ve Executive MBA Programı Direktörlüğünü yürütmektedir.

Röportaj: Mariam Öcal

 

gazeteSU yenilendi

gazeteSU yenilendi

Üniversitemizin dijital gazetesi gazeteSU, yenilenen tasarımı, özel içerikleri ve mobil cihazlar için pratik fonksiyonları ile sizlerle. 

gazeteSU: Bizim Gazetemiz

Gazetemiz öğrencilere, mezunlara, akademisyenlere ve çalışanlara dair kampüs haberlerini kültür sanat, bilim ve toplum üzerine özel haberler ve röportajlar ile sunmaya devam edecek.  

gazeteSU’nun tüm sayfaları hepimize açılıyor, isterseniz siz de gazeteSU yazarı olabilirsiniz! Siz de kendi yazılarınızın yayınlanmasını isterseniz, bizimle iletişime geçin: gazeteSU@sabanciuniv.edu

gazeteSU’daki yenilikler

Dinamik banner yapısı, görselleri  ve  video  izleme araçları ile desteklenen geniş haber alanı sayesinde, üniversite  gündemini gazeteSU’dan keyifle takip edebileceksiniz.

gazeteSU  tüm mobil cihazlara uyumlu yapısı ile artık daha kullanıcı dostu. Akıllı cihazlarla gazeteSU’ya girdiğinizde, haberleri  sosyal medyada da, ‘whatsapp’ ile de hızlıca paylaşabilirsiniz. Daha rahat okunan ve paylaşma imkanı sunan gazeteSU’yu keşfettikçe, birçok sürprizle karşılacak okumaktan çok daha fazla keyif alacaksınız.

Özel haber, yazı ve yazarlamızla gazetemizi keyifle okumanızı dileriz.

gazeteSU: Bizim Gazetemiz

Açlık Şöleni

Açlık Şöleni

Geçtiğimiz hafta önce “ne güzel postermiş bu, ne için acaba” dediğimiz, sonra yemekhanedeki düzenlemeyi görüp “değişik bir şey, ne olacak ki burada” diyerek merakımızı iyice besleyen bir etkinliğe katılma fırsatım oldu, iyi ki de olmuş! CIP İnsan Hakları Projesi tarafından organize edilen Açlık Şöleni, dünyanın dört bir yanında en prestijli üniversitelerde de yapılan, bizim okulumuzda da iyice hafızalardan çıksın da her bir yenisi önceki kadar etkileyici olsun diye dört senede bir yapılan bir etkinlik. CIP ekibimizin özellikle 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’nde gerçekleştirmiş olduğu bu etkinliğin temel amacı ise dünyadaki gelir dengesizliğini bire bir yaşatarak gözler önüne sermek.

Ben etkinliğe fotoğrafçı olarak katıldım, hem üst sınıfın masaları arasında dolaşabildim hem de alt sınıfın kalabalık bekleyişine dahil olabildim. Etkinliğe katılan öğrenciler, şölen alanına girmeden önce birer kağıt çekerek sonraki bir saatte hangi kimliği taşıyacaklarını öğrendiler. Orta sınıfta bir fizik profesörü, üst sınıfta bir şirket sahibi ya da alt sınıfta bir inşaat işçisi olabilirdiniz. Bundan sonra ona göre davranmanız gerekiyordu.

Üst sınıflar kendilerine ayrılmış özel ve şık masalara geçerken orta sınıflar yan yana istiflenmiş klasik yemekhane masalarına kuruldular. Alt sınıf üyeleri ise onlara ayrılmış zemine sıkışık tepişik bağdaş kurarak oturmak zorunda kaldılar.

Yemek saati geldi, açlık şöleni başladı. Üst sınıf yerinden bile kıpırdamadan güzel masalarında oturdu tabi, onlara garsonlar önce başlangıç sonra ana yemek en son da tatlılarını ikram edecek ve aralarda içeceklerini, salatalarını eksik etmeyecekti. Orta sınıf ise sıraya girip kuru fasulye ve pilavdan oluşan tabldotunu alıp geldi masasına. Peki alt sınıf? Alt sınıftaki herkes yorgun argın, ağır işler altında geçmiş bir günün sonunda ayağa kalktı ve bir tabak pilav alaiblecekleri kuyruğa girdiler. Ama o kuyrukta bile adalet yoktu çünkü dünyada açlık çeken insanların çoğu kadın olduğu için kadınlar sıranın en sonunda beklemek zorundaydı.

Kimisi afiyetle, kimisi çaresizlikle yemeklerini yiyip bitirirken Suriyeli göçmenler giriverdi sahneye, sirenler çalındı, zor durumdaki göçmenlere alt sınıfın oturduğu yerde bir köşe açıldı hemen.

Bir duyuru yapıldı, bundan sonra zaten bir tabak pilav olan alt sınıfların öğünü yarım tabak olarak servis edilecekti, kaynakları düzgün kullanmak zorundaydılar.

Bir süre daha geçtikten sonra birden tepemizden küçük paketler atılmaya başlandı. Tüm göçmenler ve orta sınıf maraton koşusundaymışçasına saldırılar paketlere, ellerini açıp daha fazlasını beklediler. Yerlerine döndüklerinde paketlerindekileri açtılar, paket alamayanlarla bölüştüler yiyeceklerini, yine herkesin midesine en fazla bir lokma fazla düştü ama paylaşınca biraz daha doygunluk hissettiler belki de.

Aralarda hayatın cilvelerine de yer verildi oyunda, üst sınıftan iflas edip alt sınıfa geçenler; alt sınıftan piyango vurunca üst sınıfa zıplayanlar oldu. Üst sınıftakiler de yanıbaşlarında oturan alt sınıflarla konuşadurdu sıkça; pilavlarına bir karabiber ekmekten, zaten içilmeyen suları ve yenmeyen ekmekleri onlara vermekten çekinmediler.

İşte şölen böyle bitti, CIP ekibimizden Gülşen Erengül’le de etkinliği kısaca konuşma fırsatım oldu. Etkinliğin organizasyonunu tamamen proje ekibinin gerçekleştirdiğini anlatıp “Dünyada yüzde elliyi yoksullar oluşturuyor. Biz burada sadece onların yaşadıkları koşulları değil dünyadaki dağılımlarını da gerçekten yansıtmak istedik. Etkinliğe katılan iki yüz yüz kişinin yüzü yoksulları, yetmişi orta geliri, yalnızca otuzu yüksek gelir sınıflarına yerleştirildi. Bu da aslında yine öğrencilere dünya üzerinde durumun ne olduğunu anlatmak amacıyla önem verdiğimiz bir unsur.” diyerek organizasyonun farklı bir boyutunu daha gösterdi.

Peki şölen sonunda kendisine mikrofon uzatılan kişiler ne dedi?

Yüksek sınıftan bir kişi: “Her ne kadar yemeğimiz çok güzel olsa da yardım paketine koşturan insanları görünce boğazımızdan geçmediğini hepimiz gördük.”

Alt sınıftan bir kişi: “Annemin ‘bunu bulamayanlar da var’ dediğinde ne kastettiğini şimdi çok iyi anladım.”

Orta sınıftan bir kişi: “Bu etkinlik için herkese gerçekten çok teşekkürler. Yoksullar da var, zenginler de demek sözde çok kolay ama burada yaşayınca aslında gerçekten de paylaşmanın bizim elimizde olduğunu görmüş olduk. Ben açlık çekenlerin çoğunluğunun kadın olduğunu bilmiyordum, dünya üzerindeki dağılımın bu kadar farklı oranlarda olduğunu da bilmiyordum. Bundan sonra bu konuda kesinlikle daha duyarlı olacağım.”

Etkinlikten ayrılırken katılımcılar görüşlerini minik postitlere yazarak panolara yapıştırdı. Okulda bizzat organizasyonuna da katıldığım bir sürü konferans, kariyer günü, tanıtım semineri etkinliklerine koşturup dururken bu kadar güzel amaçlara sahip, bu kadar canla başla hazırlanmış ve bu kadar etkileyici bir etkinliğe katılmak beni hep şimdiye kadarki duyarsızlığımdan dolayı utandırdı hem de okulumuzda bunu deneyimleme fırsatı bulabildiğim için sevindirdi.

Kendimize yatırım yapmak güzel ama bizi esas zenginleştirecek olan sahip olduklarımızı arttırmak değil tam tersine onları paylaşmak. Hepimiz öğrenciyiz, ben ne yapabilirim ki diyebilirsiniz. Ama sahip olduklarımızı paylaşmak için gereken anlayışı, hoşgörüyü ve duyarlılığı kazanmak için şimdi tam sırası.

Ersan Erçelik'in yeni kitabı “Nirvana’ya Dönüş” çıktı

Ersan Erçelik'in yeni kitabı “Nirvana’ya Dönüş” çıktı

Bilgi Merkezi çalışanlarımızdan Ersan Erçelik'in yeni kitabı “Nirvana’ya Dönüş” Bencekitap Yayınevi'nden çıktı.


Ersan Erçelik “Nirvana’ya Dönüş” Hakkında şunları söylüyor:

Bir insan tümüyle insan-olmayan unsurlardan oluşur. Bir çiçek, çiçek değildir. O sadece çiçek-olmayan unsurlardan, güneş ışığı, bulutlar, zaman, uzay, yeryüzü, mineraller, bahçıvan vs. oluşmuştur. Gerçek bir çiçek tüm evreni içerir. Eğer bu çiçek-olmayan unsurların birini kökenine döndürürsek, çiçek kalmaz. Bunun için “Bir gül, gül değildir. Onun hakiki bir gül olmasının nedeni budur” diyebiliyoruz. Gerçek gülle temasa geçmek istiyorsak, güle dair kavramımızı silmeliyiz.

Nirvana ortadan kaldırma –her şeyden önce, tüm kavramların ve sanıların ortadan kaldırılması– demektir. Şeyler hakkındaki kavramlarımız bizim gerçekten onlarla temas etmemizi önler. Gerçek gülle temas etmek istiyorsak sanılarımızı yıkmalıyız. “Sevgili Budha, sen bir insan mısın?” diye sorduğumuzda, bu bizim insan hakkında bir kavrama sahip olduğumuz anlamına gelir. Ve Budha bize sadece gülümser. 

Ersan Erçelik’in şiirlerinde işte bu gülümseme var. Doğu’yu Batı’dan olduğu kadar, içinden de gören, farkeden bir gözle yazan şair, nehir şiir gibi düşünülmüş ama sıkı, çok parçalı ama tematik bütünlüklü bir kitapla daha çıkageldi. Turgut Uyar Şiir Ödülü’ne de layık görülen “Nirvana’ya Dönüş”, Türk şiirinde hem tematik farklılık ve zenginlik, hem de yarattığı dil açısından adeta bir kilometre taşı. Şairin yalnız şiiri ve dili değil, insanı ve varoluşu kavrayışında, okurun kemikleşmiş kavramlarını aşması ve gerçek olan varlığın kendisiyle temas etmesi var. Çünkü şaire göre gerçek bir varlık bir kavramdan oldukça farklıdır; şiirse tümüyle şiir-olmayan unsurlardan oluşur.

Şiirle Nirvana’ya geri dönmenin ve Nirvana’nın kendisine dönüşmenin baş döndüren yerçekimi nasıl oluyor diye merak edenlere bir davettir “Nirvana’ya Dönüş”.

Ersan Erçelik

Nirvana’ya Dönüş 

136 sayfa

Bencekitap, Aralık 2015

Hakkında Ne Dediler?

“Ersan Erçelik'in, kitaplaşmadan önce şiirlerini çeşitli dergilerde okumuştum. Şiir yolculuğunun başlangıcında şiirsel yönden ustaca kotarılmış ürünlerinin varlığı ilgi çekiyordu. Düzyazıda ilginç konularıyla, akıcı ve kıvrak biçemiyle ilgi odağı olan yazar Ersan Erçelik'in özdeş başarıyı şiirde de göstermiş bulunması yazınsal alandaki ustalığının bir göstergesi olsa gerek.”

Nevzad Sudi, Türk Dili Dergisi, Ocak Şubat 2008

*

“Duyarlı, yoğun yaşayan bir şair olduğunu düşünüyorum.”

Ahmet İnam

*

“Ersan Erçelik doğrudan doğruya hayatın içine dalan ve oradan yüreğinde kalanları anlatan bir şair. Bu yönüyle yapay yeraltı şairlerinden ayrılıyor. Örnek şairi yok. Şiirin ne olduğunu adeta kendi kendine öğrenme isteğiyle hareket ediyor.”

Süreyya Barutçu, Akatalpa dergisi, Aralık 2007

*

“80'li ve 90'lı yılların bir bireşimini yapıyor şiirde, her iki dönem şiirinden de iyi etkilerle çıkmış. Şiir, göğsünde biriken derin bir nefes gibi.”

Haydar Ergülen, Varlık dergisi, Haziran 2008

*

“Çoktan olgunlaşmış, çile çekmiş, aşklarda erimiş, küllenmiş, ayrılıklara savrulmuş, bilgelikle delilik arasında bir yerlere yerleşmiş şiirler…”

Oğuzhan Akay, Posta, 2 Ekim 2007

*

“Kuşlar ve çiçeklerle taranan sözcükler şiirde kaçacak yer bulamıyorlar. Kaçacakları tek yer yüreğimiz: İşte burada tüm duyumlarımızı ayaklandıran yangın başlıyor. Ama bu yangın, masmavi bir yangın: İçimizi enginliklere uçururuyor.

Aşk ve doğa bileşkesindeki girdaptan fışkıran imgelenimler fırtınası kuşatıyor okuru.

Ersan Erçelik’in şiirleri bir kuşatma.

Özgürlük kuşatması.

Ersan Erçelik’in şiirleri yalçın dağların üzerinde yeşeren şiirler.

Gerçek bir şair karşısındayız.”

Özkan Mert, “Hayat Öpücüğü” için yazdığı önsözden, Eylül 2008

*

“Şiirlerini beğeniyle ve ilgiyle okudum. Samimiyetleri, yalınlık ve özgünlükleriyle bu şiirler gerçek bir şairi haber veriyor.”

Ataol Behramoğlu

*

“Ersan Erçelik’in ‘Zen ve İncir Ağacı’ adlı kitabı, Türk şiirinde ilk defa Zen’i bütünüyle ele alan, Zen şiirinin ruhuna uygun bir kitap ve Türkçe’de bir ilk.

Sürekli olarak değişen, tematik olarak zenginleşen ve üslup açısından gelişen şiirinde, pek az şaire nasip olacak bir cesaretle atılım yapmaktan, keşfetmeden geri durmayan bir şair var karşımızda. Bu yönleriyle yalnız Türk şiiri için değil, araştırma yapacaklar için de bir nevi taze nefes vazifesi görüyor. Şiirler bir araya gelerek katmanlaşıyor ve Zen ruhuna uygun olarak farkındalığı ve şu anı vurguluyor. Şair, go oyunundan samuraylara, şamizenden kiraz çiçeklerine, Budha’dan ‘hiç düşünceye’ kadar, sanki bir Zen tapınağında bizi gezdiriyor, bize Zen’in inceliklerini fısıldıyor. İyi şairler böyledir, okurunun elinden tutmakla kalmaz, onu yeni dünyalarla tanıştırırlar.”

Ayça Aygün, Bir Gün Kitap, 129. Sayı

Ersan Erçelik kimdir?

(29 Temmuz 1980, İstanbul) Türk şair, yazar.

Celal Bayar Üniversitesi, İşletme bölümü mezunu. İstanbul Üniversitesi, Radyo, Televizyon ve Sinema bölümü öğrencisi.

Şiir ve öyküleri; müzik, sinema, tiyatro ve edebiyat üstüne deneme, araştırma ve eleştirileri Varlık, Yasakmeyve, Agora, Akatalpa, Damar, Deliler Teknesi, Edebiyat ve Eleştiri, Eski, Eliz, Güney, İle, Karakalem, Koridor, Kum, Kurşun Kalem, Mor Taka, Patika, Şiiri Özlüyorum, Ünlem, Yaratım, Yom Sanat, Cumhuriyet Kitap gibi dergilerde yayınlandı. Eski dergisinde “Şiirle Yüz Yüze” adlı bölümde şiir eleştirileri; Kum ve Karakalem dergilerinde  çeşitli temaların şiirle ilişkisini ele aldığı denemeleri yayınlandı. 

Çeşitli şiir ödülleri olan yazarın, Bisiklet, Telefon, Kedi ve Zen Budizm üstüne kitap bütünlüğünde çalışmaları vardır.

Sabancı Üniversitesi, Bilgi Merkezi'nde çalışmaktadır.

Şiir Kitapları:

*Yüzüm Yeryüzünde Bir Dövme, Kanguru Yayınları, Eylül 2007

*Kırık Pena, Tay Yayınları, Eylül 2007

*Hayat Öpücüğü, Şiirden Yayınları, Haziran 2009

*Zen ve İncir Ağacı, Şiirden Yayınları, Haziran 2012

*Rüzgâr Atı, Ve Yayınevi, Aralık 2015

*Nirvana'ya Dönüş, Bencekitap, Aralık 2015

Diğer:

*A'dan Z'ye Özkan Mert Şiiri, Artshop Yayınları, Kasım 2009

*Şiir Teknesi 2007, Şiir Yıllığı, Kanguru Yayınları, Şubat 2008

Yılın son ayında SGM programı

Yılın son ayında SGM programı

Sabancı Üniversitesi Gösteri Merkezi (SGM) takipçilerine Aralık ayında da renkli ve keyifli bir program sunuyor.

SGM Aralık ayına "IMIS" Kariyer Etkinliği ile başlıyor. IMIS (International Management and Industrial Engineering Summit), Sabancı Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Kulübü (IES) önderliğinde gerçekleştirilen, Sabancı Üniversitesi'nin en kapsamlı kariyer etkinliğidir.

Çolpan İlhan & Sadri Alışık Tiyatrosu, dünya sinemasının kült filmleri arasında gösterilen ''Frankenstein''ın tiyatro yorumu ile SGM'de! 

"Trio" Yılbaşı Konseri, üyelerinin yurtiçi ve yurtdışından edindiği deneyimlerini,  opera repertuvarının en seçkinleşmiş aryalarını, düetlerini ve herkesin aşina olduğu napolitenleri sahne üzerinde samimi enerjisiyle sanatseverlere sunacak.  

"Kış Güneşi" Toplumsal Duyarlılık Projeleri'nin; güz dönemi boyunca birlikte çalıştığı sosyo-ekonomik açıdan dezavantajlı ilköğretim okulu öğrencilerini, engelli çocukları, kimsesiz ve mülteci çocukları, engellileri, yaşlıları; üniversite kampüsünde ağırladığı ve bir arada eğlenceli bir gün geçirdiği veda şenliğidir ve tüm Sabancı Üniversitesi mensuplarının çocukları davetlidir.

Bu ay İstanbul Devlet Tiyatrosu'ndan "Erkek Arkadaş" da SGM'de. Nefis  bir Broadway müzikali; kendilerine evlilik teklifi edilen kızların, yanıt sürecine gitmesi yolundaki eğlenceli olaylar, müzikli ve danslı söylencelerle sahneye aktarılmakta.

Ve yeni yıla günler kala SGM herkesi "Yalın" konseri ile coşmaya, sanatçının eski ve yeni şarkılarını beraber söylemeye davet ediyor!

SGM Aralık 2015 PROGRAMI

11/12 Aralık IMIS Kariyer Etkinliği

15 Aralık Frankensteın (Çolpan İlhan&Sadri Alışık Tiyatrosu)

17 Aralık Trio  (Yılbaşı Konseri)

20 Aralık Kış Güneşi 

22 Aralık Erkek Arkadaş (İstanbul Devlet Tiyatrosu)

23 Aralık Yalın Konseri

Etkinlik biletleri 01 Aralık 2015 tarihinden itibaren tüm biletix satış kanalarında, Sabancı Üniversitesi mensupları içinse üniversite merkezindeki SGM Gişe'de.

Abone ol