Ersin Kalaycıoğlu ile Muhafazakârlık, Demokrasi, “Gezi” Olayları, Sivil Toplum Üzerine

Röportaj: Elif Gülez

Ersin Kalaycıoğlu, meslektaşı Ali Çarkoğlu’yla birlikte 2008’den bu yana kamuoyu araştırmalarını, International Social Survey Program adlı uluslararası akademik ağın Türkiye temsilcileri olarak yürütüyor. Geçtiğimiz Kasım ayında “Türkiye’de Aile, İş ve Toplumsal Cinsiyet” Araştırmasının sonuçlarını kamuoyuna açıkladılar. 2008 yılında “Türkiye’de Dindarlık: Uluslararası bir Karşılaştırma”; yine 2009’da Toplumsal Eşitsizlik, 2010’da Çevre,  2011’de Sağlık konulu araştırmaları tamamlamışlardı. 2013’te sırada “ulusal kimlik” konusunda bir araştırması var. Ayrıca 2014’teki genel seçimler için saha araştırmaları da planlıyorlar. Kalaycıoğlu’nun son yıllardaki çalışmaları 2005 yılında basılmış olan “Turkish Dynamics: Bridge Across Troubled Lands”adlı telif kitabı ve Çarkoğlu ile birlikte yayınladıkları 2007 tarihli “Turkish Democracy Today” ve 2009 tarihli “The Rising Tide of Conservatism in Turkey” (Türkiye’de Yükselmekte olan Muhafazakarlık Dalgası) konulu iki ortak kitapları, ayrıca Kalaycıoğlu’nun Türkiye’deki seçmen davranışı, siyasal katılma ve siyasal kültür üzerine yayınladığı çeşitli makale ve kitap bölümü var.

Ersin Kalaycıoğlu’na televizyondaki tartışma ve haber programlarında sıkça rastlamak, kendisiyle yapılmış röportajları günlük gazetelerde okumak mümkün. SUdergi’de yayınlanacak olan bir yazının daha önce değinilmemiş konulara değinmesini ya da değinilmiş konuların dokunulmamış alanlarını gün yüzüne çıkarmasını istemiştim. Bu yüzden röportaj öncesinde sohbetin muhtemel seyri üzerine epeyce düşündüm ancak aklıma yine belli başlı tartışma konuları-sorular geldi. Allahtan Ersin Kalaycıoğlu derin bir bilgi birikimine ve çok keskin bir analitik zekâya sahip. Sorduğum ilk soruya verdiği cevap, röportajın neredeyse bütününün belkemiğini oluşturdu. Kalaycıoğlu’nun yanıtları, çevremizde olan biten hakkında fikir beyan etmeden önce, içinde yaşadığımız toplumu tanımak ve toplumsal olayları, olguları meydana getiren dinamikleri anlamaya, anlamlandırmaya çalışmak gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor. Benim için bir ‘ders’ niteliği taşıyan bu sohbetle sizi baş başa bırakıyorum.

Ersin Bey, yürüttüğünüz araştırmaların sonuçlarına baktığımızda hepsinde Türk toplumunun muhafazakâr yapısına dair ipuçları var. Bilmem böyle bir tespit yapmak doğru olur mu? Ülkemiz muhafazakâr olduğunu sürekli dile getiren bir hükümet tarafından yönetiliyor. Bu hükümetin, özellikle son zamanlardaki uygulamaları, söylemleri neredeyse ‘totaliter’ nitelikler taşıyor. Sizce, bu politika ve uygulamalar geniş bir toplumsal mutabakatın bir sonucu mudur? 

Biraz karmaşık oldu ama içinden çıkmaya çalışayım. Türk toplumunun en önemli özelliği büyük bir değişim geçirmekte olması. Muhafazakârlık bunun sonucu. Türk toplumu 19.yy’ın sonundan itibaren başlayan siyasal süreçlerle, 1923’ten itibaren yeni bir yapılanmaya geçirmeye başlıyor. 1923’te toplumun %90 civarı kırda yaşıyor. Azımsanamayacak bir kısmı göçer durumda. Bazı illerin nüfusunun %40-50 civarı bu şekilde göçer durumda yaşıyor. 1950 senesine geldiğimizde, olabildiğince özgür bir biçimde serbest bir seçimle Demokrat Parti iktidara geliyor. Bu dönemde toplumun hala %25’i kentte; %75’i kırda diyebileceğimiz yerlerde yaşıyor, göçebelik azalmış ama hala özellikle Doğu Anadolu’da sürüyor. Kentlerin de nüfusu oldukça az. 2010 yılı sonuna gelindiğinde, toplumun %75’i kentte; %25’i kırda yaşar hale geliyor. Sonuç olarak, iki kuşak zarfında, kır ağırlıklı bir toplumsal yaşantıdan kent ağırlıklı bir toplumsal yaşantıya geçiyoruz. En hızlı değişim, 1970’lerde başlayarak, 1990’larda tamamlanıyor. 

Tarım sektörünün ekonomideki ağırlığı 1950’lerden itibaren hızla azalırken, sanayi ve özellikle hizmetler sektörünün ağırlığı artıyor. Tarım ekonomisinden çıkıp endüstrileşmeye başlıyoruz. İstihdam koşulları kentlerde iyileşiyor. Bu durum sadece yerleşim biçimini değil, yaşantı biçimini de değiştiriyor. Bu değişim, bizim Batımızda kalan ekonomisi gelişmiş yerleşik demokrasilerde 200-300 yılda tamamlanmışken, bizde iki kuşakta gerçekleşmek durumunda kaldı. Şimdi artık, kentte doğup büyümekte olan bir nüfus çoğunluğuyla karşı karşıyayız. Sosyologların 1980’lerde yaptığı araştırmalarda, örneğin 1989 yerel seçimlerinin hemen öncesinde Sema Erder ve Nihal İncioğlu’nun İstanbul’daki araştırmasına göre, İstanbul’da yaşayanların %66.6’sının köylerde doğduğu ortaya çıkmıştı. 2010’lu yıllarda, kentte doğmuş, köyü hiç bilmeyen, köye dair en fazla romantik düşünceleri olan bir kuşakla karşı karşıyayız. Bu kuşağın toplum ve siyaset hayatımızdaki ağırlığı önümüzdeki yıllarda artacaktır eminim. 

Kalaycıoğlu, Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu değişim süreciyle muhafazakarlığın ortaya çıkış sürecini şöyle özetliyor:

Şu anda Karl Polanyi’nin kullandığı tabirle büyük bir ‘büyük dönüşüm’ (great transformation) yaşıyoruz. Bunun hem bireylerin hem de toplumsal grupların sosyal psikolojisinde önemli etkileri var. İnsanın doğduğu büyüdüğü yer, insanların yaşamda izleyecekleri hayatta kalma stratejilerini oluşturdukları ortamlardır. Antropologlar buna hayatta kalma stratejisi, “survival strategy” diyor. Bir göçer, köylü ya da kasaba ailesinde doğduğunuzda hangi tür bilgiler yaşamınızı sürdürmenizde elzem olacaksa onları öğreniyorsunuz. Buna toplumsallaşma diyoruz: Yani birey olarak doğan bir insanın bir toplumsal varlık haline gelmesi. Dolayısıyla o toplumlarda bir arada yaşama kurallarını ailelerinden ve günlük yaşantıdaki deneyimlerden çıkardıkları derslerden öğreniyorlar. Hepimiz kendi kimliğimizi böyle inşa ediyoruz. Birdenbire doğup büyüdüğümüz kırsal toplumlardan koparılıp, farklı bir ortama atıldıklarında; örneğin Adıyaman, Kütahya, Burdur’dan Ankara, İstanbul, İzmir’e geldiklerinde, öğrenmiş oldukları hayatta kalma stratejileri kendilerine yetmemeye başlıyor. Dolayısıyla, hangi yaşta gelirlerse gelsinler toplumsallaşma akamete uğruyor ve yeni bir hayatta kalma stratejisi geliştirmek zorunda kalıyorlar. Bu büyük bir zorluktur. Öğrenme kolay bir şey değildir. Okullarda bile zordur, ama bireyin hayatta kalma stratejisini yeniden öğrenmesi sürecinin okulu da yok. Günlük yaşantıda deneme yanılma yöntemiyle öğreniyorlar. Bunun da maliyeti ağır oluyor. Deneme-yanılma yöntemi fevkalâde etkili bir öğrenme yöntemidir ama maliyeti yüksektir. Yani koşarsanız düşeceğinizi öğrenmeniz, koşup düşmek suretiyle oluyor ama koşup düştüğünüzde elinizi kolunuzu kırabilirsiniz. Öğrenme süreci her insan için aynı değil, bazıları zor, bazıları yavaş öğreniyor. Herkesin farklı bir öğrenme eğrisi var. Sonuçta öğrenmek zorundayız. 

Hayatta kalanlar, bu yeniden toplumsallaşma sürecinden geçmiş olanlar. Burada ortaya ciddi bir problem çıkıyor: Geldikleri ortamı tanımıyorlar. İnanılmaz derecede yabancılık çekiyorlar. Bir kere, büyük kentlerin konuştuğu Türkçe farklı, aksan farklı, vücut dili farklıdır. Buradaki hayatta kalma stratejisi, eğitim, belli okullarda okuma, yabancı dil gerektiriyor. Giyim-kuşam, adab-ı muaşeret kuralları da farklıdır. Yemek kültürü farklı; elle yenmiyor, masada, sandalye üstünde oturup, her yemek ayrı çatal bıçakla olmak üzere, üç dört tane çatal bıçak ve kaşıkla yeniyor. Bu kişiler, eski değerleriyle nereye kadar gidebileceklerinin bir muhasebesini yapmak durumundalar. Aynı zamanda da içinde oldukları durumu anlamlandırmak durumundalar. Çünkü hayatta kalma stratejinizi, çevrede olan biteni ‘anlamlandırabilirseniz’ oluşturabilirsiniz. Ne neyle ilişkili, ne yaparsanız ne olur? Bunu bilmek gerek. Örneğin: Kırdaki bir hanımefendiye değer verdiğinizi ifade etmek için ona ‘teyze’ diyorsunuz ancak kentteki hanımlar gençliği önemsiyor ve onlara hürmet edip ‘teyze’ dediğinizde reaksiyon gösteriyorlar. İletişim, davranışlar değişiyor ve bu değişimden ötürü belirsizliğin içinde buluyorsunuz kendinizi. Belirsizlik, sosyal psikologların çok önemsediği bir konu çünkü belirsizlik ve onun getirdiği bilinmezlik karşısında insan dehşete düşüyor. Belirsizlik karşısında kaçma, saklanma, saldırma gibi reaksiyonlar ortaya çıkıyor. Belirsizliği anlaşılabilir kılmak gerekiyor. Bunun için özel eğitim almamışsanız, bunu nasıl yapacaksınız? Burada ortaya çıkan tipik tepki, temel itibariyle doğru olduğunu bilerek yaşadığınız bazı değişmez ‘çıpalar’ bulmak. Bunları sağlamlaştırmak, onları yüceltmek bir yoldur. Her türlü değişime dayanan hatta hiçbir değişimden etkilenmeyen, her zaman doğru olan, kendinizi bağlayabileceğiniz olgular arıyorsunuz. Daha önceki toplumsallaşma repertuarınızın içinde size en kolay gelebilecek şey, geleneksel yapıdaki ilişkileriniz, yani akrabalık bağları, hemşerilik, yine bunlarla uyumlu olarak geliştirdiğiniz bir davranış ve adab-ı muaşeret kaynağı olarak din. Bunlara sarıldığınızda, fırtınada teknenizi denizde yüzdürmenizi sağlayacak çıpaları sağlıyorlar. Bizim, muhafazakârlık olarak gördüğümüz tezahür bu. Muhafazakârlık, “Binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete” diyerek sürüklenen toplumsal değişim, dönüşüm ve belirsizlikle karşılaşan bireylerin sığındığı reaksiyoner bir ideolojidir; bir tür insanın kendini sağlama alma çabası. Bu konuyu daha iyi anlamak isteyenlere özellikle Corey Robin’in “The Reactionary Mind: Conservatism from Edmund Burke to Sarah Palin” adlı kitabını salık veririm.

Bir de tabii mümkünse geriye dönebilmek, doğup büyüdüğü ve çok iyi bildiği toplumsal çevrenin değerlerine, kültürünü yeni ortamında olduğu gibi egemen kılabilmekten bahsediyorum. Unutmayalım ‘geri,’ yani bir zamanlar yaşanmışlar hiçbir şekilde belirsizlik içermiyor. Yaşamışsınız, ne olduğunu tamamen biliyor ve mükemmelen anlamlandırabiliyorsunuz. Kırda bıraktığınız yaşantıyı, kentte oluşturmak, bunu aynı zamanda hiçbir şekilde değişmeyecek olan akrabalık, hemşerilik, tarikat gibi olgu ve özelliklere dayamak kendinizi korumanızı sağlıyor. Dolayısıyla bu toplumsal bağlantılar, ilişki ağları Türkiye’de muazzam güçlendi. Şu anda her türlü örgütlenmenin arkasında bu türden etnik bağlar, aşiret, klanlar, tarikat, hemşerilik bağları var. Kurulmuş derneklerin sayısına bakarsanız en çok sayıdakileri cami yaptırma ve yaşatma dernekleri. Bunları hemşeri dernekleri takip ediyor. Bunların içindeki kişilerin birçoğu da akrabadır zaten. Böylece ortaya ilginç açmazlar çıkıyor. Son ISSP araştırmasından örnek vereyim: Kadınlar, evde olmalı, yemek yapmalı, evi temizlemeli, çocukları yetiştirmeli ancak aile artık çekirdek aile olduğu için bu ailenin kentte yaşamını sürdürmesi için tek gelir yeterli değil. Ne olacak o zaman? Hem mükemmel bir ev hanımı olacaksınız, hem de ailenin gelirine katkıda bulunacaksınız. Kadınlardan gerçekçi olmayan bir talep var. O zaman, hayatınızı değiştirmelisiniz. Ev işlerini paylaşacaksınız. Bu dönüşümü en azından zihniyet bazında gerçekleştirememişiz gibi görünüyor. Bu yüzden tuhaf fikir yumakları, birbirleriyle çelişen beklentiler ortaya çıkıyor. 

2009’daki yayınladığımız muhafazakârlıkla ilgili çalışmanın verilerinde gördüğümüz gibi, şimdiki ortam bu çelişkilerin ürettiği bir kuralsızlık ortamı. Her türlü kuralın esnetilebileceğine dair yerleşik bir inanç var. Sosyolojide buna Emile Durkheim’ın “anomie” adını verdiği bir kavram giriyor devreye. Biz anomik bir toplumuz. Kurala uymuyoruz. Kural esnetmek, temel bir alışkanlık, hatta norm haline gelmiş durumda. Bu esnetme, Meclis yapısı yasaları da içeriyor, doğa yasalarını da. Kamu kurallarını esnetince otoritelerle çatışıyorsunuz ama fizik kuralını esnetince felakete sebep olabiliyorsunuz, örneğin trafikte kullandığınız aracı deviriyorsunuz. TBMM’ye seçmenden giden taleplerin içinde bu tür kural tanımazlıktan kaynaklanan kayırmacılık (favoritism) ağırlık taşıyor. Milletvekillerinden seçmen iş istiyor ama herhangi bir uzmanlığı olmadığı için liyakate dayalı olarak bir iş bulması zor, hatta olanaksız. Hizmet sektörünün gelişmesiyle vasıfsız elemana yer yok. O zaman kişi şöyle bir argüman getiriyor: “Biz seçmen olarak sizi seçtik, bu kadar oy verdik. Bunun karşılığında bize bilmem neredeki müdürlüğü verin.” Burada “ama sen ilkokul mezunusun” demek bu kişiyi tatmin etmiyor. Herhangi bir kuralın uygulanması böylece pazarlığa tabi hale geliyor.  Dolayısıyla bir yerde geleneklere doğru dönüş, din ağırlıklı zihniyet kalıplarına sarılmak, onunla yan yana yaşayan kuralsızlık, bunlardan beslenen kayırma talebi görülüyor. 

Özet olarak, büyük bir değişim geçiren bir ülkede, buna yakalanmış olan insanların, yeni hayatta kalma stratejileri geliştirirken, değişmez olduğuna inandıkları değerlere sarılmaları, onlardan kaynaklanan bir reaksiyonla topluma yön vermeye çalışmaları. Bu insanların sayısı çok yüksek, hatta çoğunluğun bu durumda olduğunu topladığımız veriler destekliyor. Bu yüzden ağırlıklı olarak bu tür bir muhafazakâr yapı ortaya çıkıyor. 

Bu muhafazakâr yapıda kuşaklar arası ilişkiler nasıl?

Çocuğun iyi eğitim alması ihtiyacı var ama bu eğitimin nasıl olması gerektiği konusunda birçok ebeveynin tam bir fikri yok, çünkü toplumun çoğunluğunun lisenin veya üniversitenin nasıl bir yer olması gerektiği konusunda bilgisi yok. Üniversiteyi hatta liseyi dışarıdan seyrediyor. Üniversite eğitimi nedir? Gerekleri nelerdir? Üniversite eğitimi alacak kadar eğitim görmüş bir adamın dünya görüşü nasıl biçimlenebilir? Bunlardan haberdar değil. Bunun ötesinde bir başka korkusu daha var: Kır ortamında, yaşlılık sigortası çocukların temin edeceği imkânlarla tanımlı. Çok sayıda çocuğa sahip olunca yaşlılıkta onların vereceği bakım hizmetiyle yaşamayı planlarsınız. Hayatta kalma stratejisi içinde bu da var. Oysa kentte böyle bir durum söz konusu değil. Öyle olduğu için buradaki çocuğun yetişmesi ve beklentileriyle anne babanın nitelikleri uyumsuzluk göstermeye başlıyor. Anne baba ilkokul mezunu bile değil ya da belki sadece ilköğretim diploması var. Çocuk doktor, mühendis olmuş. Buradaki korku anne babayı küçümseyeceği, ona yabancılaşıp onu reddedeceği korkusu. Dolayısıyla yaşlılık sigortasının yok olacağı korkusu. Onun için, hem çocuk anne babanın kırsal değerlerini önemsesin, anne babaya hürmet etsin, yaşa hürmet etsin, bilgiye o kadar hürmet etmese de olur, ama bu arada tıp doktoru olsun. Yine gerçekleşmesi imkânsız talepler ve bunların ortaya çıkardığı açmazlar var. Tabii çocuk okuyunca hayattan beklentisi, anne babasına bakış şekli değişiyor. Aile problemleri ortaya çıkıyor. 

Bu uyumsuzlukların bir kısmı yaşlı kuşağın ortadan kalkmasıyla düzelecektir. Yeni nesiller çekirdek aile yapısında yaşıyor, üstelik eğitim düzeyi de yavaş da olsa yükseliyor. Bu yapıda kent toplumuna uygun çözümler bulmak zorundasınız. Avrupa’da, Amerika’daki gibi çocuklara bakan kreşler, esnek çalışan anneler, yaşlılara bakan profesyonelleşmiş kurumlar kurmak gerekiyor. Sonuçta Türkiye böyle taleplerle karşı karşıya. Bunu gerçekleştirmek için baskı kuran bir seçmen kitlesi henüz yok ancak bu taleplerin önümüzdeki yıllarda daha da ağırlaşarak dile getirileceğini varsayıyorum. 

Bu transformasyon sürecinin sancıları giderek şiddetleniyor mu ki, örneğin son günlerde birdenbire üniversiteli gençlerin “kızlı-erkekli” sosyalleşmeleri ya da aynı sıralarda oturmaları daha çok tartışır hale geldi?

Ben bunun birdenbire olduğunu düşünmüyorum. Bir kere daha fazla sayıda genç üniversitede okuyor. 2006’daki YÖK raporuna göre, Türkiye’deki en alt düzeydeki yüzde yirmilik gelir grubunda yer alan kesimler içinde üniversiteye giden çok az, oran olarak %0. Bu oran %10’lara ulaştığında bu sorunları daha çok yaşayacağız. Bu kişilerin yerleşim yeri kır. Bu kişiler çocuklarını üniversiteye, yani bir bilim, sanat, edebiyat, felsefe ortamına gönderiyorlar, fakat burası onlar için bilmedikleri gizemli bir yer. Bu onlar için bir tehdit de olabilir. ‘Okumasın’ talebi de var; bu talep özellikle kız çocuklarını etkiliyor. Aynı zamanda sayılar arttıkça bu işler siyasi olarak kullanılmaya başlıyor. Siyasi partiler bu konuları gündeme taşıyarak bunlar üzerinden oy devşirme yoluna gidiyorlar. Daha önce türbanla yapıldı. Bu mesele Türkiye’de gelebileceği yere kadar geldi, bunun yerine geçebilecek ikinci bir konu aramaya başlandı. Kürtaj  denendi, olmadı çünkü İslam hukukundaki kürtajla ilgili düzenlemelerde bizim yasal düzenlemelerden farklı bir şey yok. Hamileliğin ilk 120 gününde kürtaj dini açıdan mümkün. Dolayısıyla bu konu da gündemden düştü. Yeni bir konu gerekti, o da kız-erkek öğrencilerin bir arada okuması meselesi. Eskiden muhafazakâr ailelerin kız çocuklarını göndermek isteyecekleri okul sayısı daha fazlaydı, şimdi bu oran azaldı. Biliyorsunuz bizim kuşakta Kabataş Erkek Lisesi, Pertevniyal Erkek Lisesi vardı. Saint Joseph erkek lisesiydi, Robert Kolej’in erkek bölümü vardı. Şimdi bunlar karma hale geldi. Bu çok aileyi, çocuklarını imam hatip okullarına göndermeye sevk etti. Çünkü, kendi anladıkları anlamda ahlak eğitimi veren kurumlardı bunlar. Bunu fark etmiş olan eğitimcilerden, sosyal psikologlardan, hatta siyasilerden senelerdir kız çocuklarını hedefleyen hemşirelik okulu, sağlık okulu gibi sadece kızların gidebileceği okulları ayıralım önermesini duyuyorum. Böyle olursa, en azından imam hatip okullarının tek seçenek olmaktan çıkacağını çok kişiden duydum. Bu yapılır da tekrar kız orta öğretim kurumları kurulursa bunun zararlı bir şey olduğu kanısında değilim. Bazı liseleri kız liseleri olarak açabiliriz, geri kalanlar karma liseler olarak sürer. Burada büyük bir problem yatmıyor. Ancak bütün liseleri belli bir formatta belli bir muhafazakâr anlayışa göre örgütlemeye kalkarsanız, o zaman tek tip eğitim, tek tip zihniyet, onu da tepeden kontrol eden bir siyasal erk ile totaliter bir yola girmiş olursunuz. Esas zorluk ve temel tercih buradadır. Buna da zannederim geniş bir kitle direniyor. 

Reform diye önerilen şeyler, gayet iyi bildiğiniz gibi, dar bir zihniyetle ve iyi yönetişim ilkelerine uymadığı için başarılı olmuyor. Örneğin, “çocukları özgürleştiriyoruz” diye üniforma meselesini çıkarttılar. Bu bir özgürleşme meselesi değildi. Biliyorsunuz bir tüketim toplumuyuz. Bu konu anneler için bir felakete dönüştü. Oylama yapıldığı anda %80 “üniformaya dönelim” dedi. Bunlar otoriter ya da faşist anneler oldukları için böyle söylemediler. Anlaşıldı ki bu bir özgürlük meselesi değil, bir bütçe meselesi. Zengin-fakir ayrılığı burada daha çok ortaya çıkıyor. Daha varlıklı aileler çok sayıda giysiyi çocuğuna alıyor, Cumartesi günü alıverişe gidiliyor, haftanın gardrobu düzülüyor. Bunu yapamayan ailelerin çocukları büyük bir yoksunluk hissine kapılıyor. Anne-baba üzülüyor. Buna insanlar isyan etti doğal olarak.

İktidar partisi, zaman zaman açıklıyor: “Türkiye’yi daha muhafazakâr bir hale getirmek için çalışacağız.” Böyle bir şey çok aşırıya gitmediği takdirde beklenebilir. Daha muhafazakâr bir hükümetin daha muhafazakâr değerleri getirmek istemesi doğaldır ancak buradaki önemli olan şey özgürlüğü koruyabilmek, insanların ‘üniforma’ meselesinde olduğu gibi ağırlığını koyup gitmek istedikleri yönü kendilerinin karar vermesin temin edebilmektir. İktidar bunu teklif edebilir. Zorlamaya başladığınız andan itibaren iş demokrasi ve özgürlük alanından çıkarak otoriter bir alana girer. Dolayısıyla geldiğimiz yol ayrımı öyle bir yol ayrımı. 

Gezi meselesi böyle bir zorlamaya tepki miydi?

Gezi Parkı meselesi esas itibariyle tehdit oluşturabilecek gibi gözükmeyen bir protesto hareketine polisin aşırı güç uygulamasına verilen tepki olarak ortaya çıktı. Bunu görmek lazım. Orada birçok etken rol oynadı: Bir tanesi, buna müdahil olmuş olan milletvekilleri var. Özellikle Sırrı Süreyya Önder çok popüler oldu. Diğer milletvekilleri de vardı ama polis onlara çok kolay şiddet uygulayabildi ancak Çözüm Sürecinden ötürü Önder’e şiddet uygulayamadı. Bu yüzden Önder, fiilen tek başına belirli bir şekilde ağaçları yıkıp alanı genişletme çabasındaki yüklenici firmanın adamlarını durdurabildi. 

Her yeri betonlaştırma eğiliminde olan bir inşaat sektörü var. Bu sektörle belediyeler ve merkezi hükümet arasında çok yakın ilişkiler varmış gibi görünüyor. Dolayısıyla onların sürdürdüğü bir ahbap-çavuş kapitalizminin kent rantı üzerinden çalıştırdığı bir mekanizma var. Buna tepkiler var. 

Onun ötesinde, başbakanın tutumunun ‘kibirli’ olmasını eleştiren anti-kapitalist Müslümanlar ortaya çıktı. Örtünme argümanı tartışılırken “Örtünmek şart değildir, kibrinizi örtsenİz yeter” dediler. Bu doğrudan Başbakan’a bir gönderme idi. Bu tepkileri gösteren kimseler, muhafazakâr değerlerin içinden gelen, onları yadsımayan kimselerdi. 

Ayrıca Gezi’de çok karmaşık bir yapı ortaya çıktı: Sadece çevrecilerin, rant ekonomisine karşı olanların, Sırrı Süreyya Önder’i beğenenlerin değil, geniş bir kitlenin “rahat bırakın Gezi Parkı’nı” dediği görüldü. Bu kitlelerin bir kısmı da AKP’nin kendisini desteklediğini varsaydığı kimselerdi.

Daha önemli bir şey oldu, özellikle Türk siyasetinde çok kullanılan “parçala-yönet” stratejisiyle, kendine yarayabilecek kritik bir kitle üretme stratejisini başarıyla yürüten hükümet, Gezi’de çok büyük bir sorunla karşılaştığını fark etti: Böldüğü, parçaladığı kitleler birbirleriyle konuşmaya daha kötüsü anlaşmaya başladılar. Bu durumda bu strateji tehlikeye girince, üstünü kapatmaya çalıştılar. Bu kitlelerin birbirine düşman olmadığı ortaya çıkarsa “böl-yönet” stratejisi zora girecekti. Bazı iddialar da fos çıktı. Örneğin, başörtülü bir kadın, altı aylık bir anne, çocuğuyla saldırıya uğruyor, puset yok oluyor, kendisinin üzerine işeniyor v.b. acayip argümanlar. Bir tane kanıt çıkmadı ortaya. “Ben bunu gördüm” diyen tek bir kişi çıkmadı. Kabataş’ta yüz kişilik bir kitlenin bir kişiye saldırdığını hiç kimse görmemiş! Dolayısıyla bu haberin doğru olmadığı ortaya çıktı. “Türbanlılara saldırıyorlar” iddiasının da doğru olmadığı görüldü. Eğer Gezi Parkı’na gittiyseniz, Ankara, İzmir, Antalya’da yapılan gösterilere katıldıysanız her kesimden insanın bu aktivitelere katıldığını görürdünüz. Bu insanların çok büyük bir bölümü şiddet uygulamadı. 

Bizzat İçişleri Bakanlığı’nın yayınladığı, yanılmıyorsam 16 Haziran tarihli bültende, iki buçuk milyon kişinin (bilemiyorum nasıl saydılar) 79 ilde protestolara katıldığı, bir tek Bayburt ve Bingöl’de protesto olmadığı, bunların içinden 4.900 kişiyi kovuşturdukları belirtiliyor. Yani, katılanların binde ikisi suç işleme şüphesiyle kovuşturulmuş durumda. O günden itibaren bu olayın yansıtılışına bakın, medyadaki ‘spin doctor’lar, hükümetin de desteğiyle bu olayı bir şiddet olayı olarak takdim etmeye çalıştılar. Ya İçişleri Bakanlığı yanlış söylüyor, ya da geri kalanlar yanlış söylüyor. Dolayısıyla barışçıl bir protesto, bu protestoya karşı aşırı bir polis gücü kullanımı, halka üstten bakan bir hükümet, kendi oyunu destek alarak başkalarının duyarlılığına önem vermeyen yaklaşım, bu üstten bakıştan kaynaklanan “biz istediğimizi yaparız” söylemi. Sonra sürekli laf değiştirme başladı: “Biz AVM demedik!” v.b. Sonunda, Kadir Topbaş televizyonda buraya kışla yapımını Başbakan’ın istediğini açıkladı. Bir tek kişinin istediği büyük bir dayatmanın yarattığı hissiyat ortaya yeni bir manzara çıkardı. Protestolar 15 Haziran’da güç kullanılarak bastırıldı. Buna rağmen, çeşitli parklarda toplanılarak tartışmalar devam etti. Bu tartışmalarda en ufak şiddet olayı rapor edilmedi. Ne insanlar sözlü olarak şiddet kullandılar ne de fiziksel olarak. Birbirlerini dinlediler, konuştular, medeni bir tartışma ortamı yarattılar. Böyle şeyler büyük bir çığ gibi gelen kırsal kesimden dolayı yok olan eski mahalle ortamının yeniden doğabileceği izlenimini de verdi. Bu bakımdan da önemli bir gelişme. 

Aynı zamanda devletin müdahalesinin olmadığı bir ortamda insanların birey olarak katılabilecekleri süreçler sivil toplumu oluşturuyor. Bunun mümkün olabildiğini gösterdi. Demokrasi sivil toplumda yaşıyor, gelişiyor. Bunun gelişebilmesi Türkiye için kritiktir. Ancak şu anda sivil toplum Türkiye’de güçlüdür demek için bir sebebimiz yok ama bu konuda bir potansiyelimiz var. Bunu hayata geçirmeyi ve sürdürmeyi becerirsek, Türkiye güçlü bir sivil topluma sahip demokrasi kalitesi yüksek bir ülke haline gelecek.

Bunu nasıl yapacağız?

Bir kere bu insanlara saldırmamak. Burada büyük görev savcılara düşüyor. Yargı yeni suç icat ediyor. “Hükümeti devirmeye çalışıyorlar” diyorlar. Hükümeti devirmeye çalışmak muhalefetin normal faaliyetidir. Devirmek ‘saldırgan’ bir şey gibi geliyor kulağa ama seçimler sonunda oy alamazsa ‘iktidar devrildi’ denecektir. İktidar devirmek diye bir suç yok. İktidarı ‘silah kullanarak devirmeye teşebbüs etmek’ bir suçtur. Yahut askeri darbe yapmaya teşebbüs suçtur. Öte yandan kapı kapı dolaşır “bu iktidardan kurtulalım yerine başkasını seçelim” derseniz bu demokrasinin temel işlevidir. Demokrasiyi suç olarak gösterebilecek anlama gelen yeni suçlar icat etmeye kalkışıyor savcılar. Savcılar ve hakimler demokrasiye sahip çıkarsa sivil toplum güçlenir. O zaman yürütmenin her girişimi hayata geçemeyeceği için sivil toplum kendisine bir yaşam alanı bulabilir. Her yerde bir komplo gören, iki insan bir araya gelip konuşsa bunu hükümete bir saldırı olarak gören bir ortamda demokrasi gelişmez tabii. Demokratik muhalefet bozgunculuk olarak nitelendiriliyor. Zaten hükümetin temel olarak yapmaya çalıştığı şey de bu. Her türlü muhalefeti hükümete karşı bir tür gayrimeşru saldırı elemanı olarak göstermeye çalışıyorlar. Muhalefet de oy alarak Meclise geliyor. Böyle bir probleminiz var. İktidarın oya dayanan meşruiyeti neyse muhalefetin oya dayanan meşruiyeti de aynı. Aynı seçmenden oy alıyorlar. Bu ülkenin yurttaşı. Böyle bir fark yok. “Bir tek ben demokratım, benim dışımdaki herkes demokrasi dışıdır” dediğinizde demokrasinin çalışmasına fırsat vermiyorsunuz demektir. Hep sizin iktidar olduğunuz, muhalefetin de hep muhalefet kaldığı bir ortamda da demokrasi çalışmaz. Orada da ortaya çok büyük bir problem çıkıyor: İktidarınız mutlak hale gelir. O da büyük ölçüde yolsuzlaşır. Demokrasinin yolsuzlukla birlikte çalışması mümkün değildir. O yüzden iktidarların zaman zaman değişmesi gerekiyor demokrasilerde. İngiltere’deki, İsviçre’deki, Almanya’daki gibi partilerin iktidara gelip gitmesi gerekiyor. Hep aynı hükümet kazanacak, hep o kazanacak, ona karşı durursanız meşru olmaktan çıkacaksınız… Bu tür bir yaklaşımın kendisi demokratik değil. Dolayısıyla ortada ciddi bir problem var.

Sosyal medyaya, dolayısıyla ifade özgürlüğüne getirilen kısıtlamaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Demokrasi konusunda referans aldığımız Batı'da kişisel mahremiyet, hakların korunması ya da kamu çıkarı ile ifade özgürlüğü dengesi nasıl kuruluyor?

Sosyal medyadaki sansür belirli bir siyasal mücadele ortamında yolsuzluk şüphelerine ilişkin tapelerin ortaya çıkmasıyla uygulandı. 30 Mart 2014 yerel seçimlerine giderken Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti Bakanlar Kurulu’nda görev yapan kişileri içeren epeyce usulsüz, yoz, rüşvet, irtikâp ve benzeri içerikli haber Twitter üzerinde You Tube kaynaklı olarak yayınlandı. Bunun üzerine Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) tarafından bazı kişiler hakkında verilmiş olan URL’lere ulaşmayı durdurma konusundaki mahkeme kararları, hukuka aykırı olarak genele teşmil edilerek Twitter ve You Tube’a olan erişim Başbakanın açıklamalarının ardından uygulandı. Bu idari tasarruf aleyhine mahkemelere itirazlar olduğu gibi, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere bazı devlet büyükleri Twitter sansürüne rağmen kendileri de bu medya ortamını kullanmaya devam ettiler. Sonunda Anayasa Mahkemesi (AYM) kendisine yapılan Barolar Birliği’nin başvurusunu karara bağlayarak Twitter erişim yasağını özgürlüklerin ihlali olarak görerek kaldırdı. Bu da hükümetin AYM aleyhine eleştirilerde bulunması ve neredeyse onu tehdit etmesi sonucunu doğurdu. Daha önce çeşitli medya ve basın araçlarının sahipleri üzerinden yürütülen baskı ve sindirme yoluyla ve gazeteci tensikatı olarak süren sansür politikaları genişleyerek sürmüş oldu. Böylelikle, hükümetin demokrasi ve iyi yönetişim gereği olan şeffaf yönetim, hesap verebilirlik gibi hususlardan uzaklaşmaya devam ettiği görüldü. Sansür uygulamalarının genişlemesi demokrasinin güçlenmesi ile bağdaşmayacak bir içeriktedir. Türkiye’nin zaten zayıf olan demokrasi karnesi biraz daha zayıflamış gibi görünmektedir. Bu ortamda girilen yerel seçimlerde AKP’nin listelerinin %43,3 oy alabilmiş olması, Türkiye’deki seçmenin sansür konusundaki duyarlılığının, iktisadi çıkar ve zihniyet uyumu için oy verme konusundaki duyarlılığının gerisinde kaldığının iyi bir göstergesi olmuştur. 

Türkiye’deki sansür uygulamasının bireyin mahremiyeti ile ilgili olduğunu gösteren kanıt pek yoktur. Sansür uygulamaları daha çok Deniz Feneri, Bakan ve Başbakanlarla çocuklarının büyük paraları içeren yolsuzluk haber ve tapelerinin yayınlanmasıyla ilgili imiş gibi bir görüntü vermektedir. Yıllardır sosyal medyada süren iftira, hakaret, özel hayatın mahremiyetine saldırı gibi uygulamalar geçtiğimiz yıllarda hükümet tarafından sorun edilmediği gibi, mahkemelerin bu şikâyetler konusunda büyük bir özenle hızlı çalıştıklarını gösteren bir kanıt da yoktur. Bizzat Başbakan’ın, CHP eski Genel Başkanı Deniz Baykal’la ilgili olarak 2011 genel seçimleri kampanyasındaki açıklamalarda yayınlanan tapelerde mahremiyetle ilgili bir sorun görmediğini, bunların özel ahlaka ilişkin olmadığını ifade ettiği de malumdur. Burada sosyal medya sansürünün AKP hükümetinin imajını tehdit ettiği noktada uygulanmış olması da bunun bir ahlak telakkisinden çok siyasal mücadele esasına dayandığını ortaya koymaktadır.

Özel hayatın mahremiyeti ve güvenlik bağdaşabilir değildir. Onun için güvenliğin çok önem arzettiği durumlarda, demokratik yönetimler ancak mahkeme kararıyla suç işleme rizikosu olan herkesi dinlerler. Buna Fransız Başkan’ı Sarkozy de, bir general de, bir bakan veya milletvekili de, sokaktaki herhangi bir kişi de muhatap olabilir. Önemli olan kolluğun şüphe olarak ileri sürdüğünü, demokrasinin özgürlüğü ve hukuk devleti norm ve standartlarına uygun olarak yorumlayacak olan hukukçular, yani yargıçlardır. Bir ülkede özgürlükler yargıçların demokrasi ve hukuk devleti norm ve standartlarını ne derecede bildikleri, benimsedikleri ve uyguladıklarıyla ilgili olarak hayata geçer. Bu uygulamalar Britanya, Fransa, Almanya, ABD, İsviçre gibi ülkelerde bireysel özgürlükler ve hakların korunması konusunda son derecede duyarlı ve bireyden yana bir içeriktedir. Türkiye, Pakistan, Ukrayna, Irak v.b. ülkelerde ise daha çok devletin önceliklerine duyarlı olarak ve devlet yöneticilerinden alınan talimat, işaret, imalara göre bireyin hak ve özgürlüklerinden uzak iktidarın önceliklerine daha yakın olarak uygulanmaktadır. Sorun Türkiye’yi içinde bulunduğu bu henüz demokrasiye ulaşamamış ülkeler konumundan çıkartıp, yerleşik demokrasiler haline getirebilecek uygulamalara geçirebilmektedir.  

Son yerel seçimlerin sonuçları, - ciddi yolsuzluk iddialarına rağmen - hükümet için bir güvenoyu anlamına geldi. Bu durum nasıl analiz edilebilir?

30 Mart 2014 seçimlerinde seçmen daha önceki seçimlerde de olduğu gibi kendi zihniyet dünyasına (ideolojisine) hitap eden ve iktisadi çıkarını en iyi koruyacağını düşündüğü siyasal partilere ve onların liste ve adaylarına oy vermiştir. Oyların çoğu (%70’e yakını) başta AKP ve MHP olmak üzere daha çok muhafazakâr olan parti listelerine ve adaylara verilmiştir. Dörtte biri kadarı da CHP’ye ve %6 kadarı da BDP’ye verilmiş, geri kalan oylar bağımsız olan adaylar da dâhil olmak üzere daha az oy alan siyasal partiler arasında dağılmıştır. Zihniyetler aynı zamanda bir yaşam tarzı ile de yakından ilgilidir. Burada seçmenin muhafazakâr, liberal, laik v.b. yaşam tarzını korumak için de oy kullandığını düşünmemek için bir sebep yoktur. Zaten İzmir’de olduğu kadar Erzurum’da da seçmenler kendi hayat tarazlarının sürdürülmesi için en uygun olarak gördükleri siyasal partilere teveccüh etmişlerdir. 

Bu eğilimleri güçlendiren, ekonominin iyi veya kötü yönetildiğine dair fikirlerdir. 2014 seçimlerinde çokluk (ekseriyet) seçmen ekonominin iyi yönetildiği düşüncesiyle oy kullanmış; iktisadi çıkarı olarak gördüğü kredi kartı borcu, emlak değerlendirme politikası, tarım politikası, eğitim politikası, enerji politikası v.b. uygulamaları destekleyen bir tutum takınmıştır. Ekonominin iyi yönetilmediğini düşünenlerin ise özellikle MHP ve CHP’ye yöneldiğini gösteren bulgular da mevcuttur. Ekonominin gidişatı 2011’e nazaran biraz daha kötüdür ve AKP de 2011’e nazaran %6,5 kadar oy kaybetmiştir.

Bu saiklere beğenilen belediye başkanları ve onların partilerine verilen oyların da eklenmesi makuldür. Bu seçimler yerel seçimler olduğundan bazı seçim çevrelerinde yerel politikacılar ve partilerin algısının da rolü olmuştur.  

Türkiye’de bunlar olurken, dünya da gelişiyor. Örneğin iletişim teknolojilerindeki gelişmeler dünyayı değiştiriyor. Sosyal medya gibi yeni tür iletişim kanalları ortaya çıkıyor. Her ne kadar sansürlerle iletişim sekteye uğrasa da Türkiye de bu tür yeniliklerden etkileniyor, bu dönüşümün bir parçası. Gelecekte Türkiye’yi ne bekliyor?

Türkiye’nin geleceğinde daha kentli, sanayi ve sanayi ötesi topluma doğru evrilen bir toplum, hafif yaşlı bir nüfusumuz olacak. Bunun gerektirdiği talepleri karşılamaya çalışan bir siyasi ortama doğru ilerleyeceğiz. Demokrasi talebi de artarak devam edecektir diye varsayıyorum. Türkiye dünyadan kopmadığı ve içine kapanmadığı sürece tabii. Muhafazakârlaşmanın etkileri de giderek zayıflayacaktır. Onu da kabul etmek lazım. Birkaç kuşak içinde, kentli orta sınıfın sayıca artmasıyla Avrupa’daki toplumlara benzer bir toplum ortaya çıkmaya başlayacaktır. Bu da birdenbire olmayacak. Buraya iki kuşakla geldik, buradan da altmış senede çıkacağız minimumda.